7 Mayıs 2016 Cumartesi

Posta Kutusundaki Mızıka - Ali URAL

Sevgili Dost,
    Bildiği şehirlerden, bilmediği şehirlere, bildiği yüzlerden bilmediği yüzlere sığınmayı aklından geçirmemiş kaç insan vardır? Garların, terminallerin ve limanların dev mıknatıslara dönüştüğü saatlere bedenlerini kaptırmayanlar, ruhlarının bir otobüs koltuğuna, bir gemi çapasına, bir lokomotif tekerleğine yapışmasını önleyebilmişler midir? “Başımı alıp gitmek istiyorum,” cümlesi kimbilir hayatımızın kaç kilidini kurcalamış, açayım derken kaç yeni kapı örtmüştür üstümüze. Arkaya bakmamayı başarabilenler, acaba gittikleri yere başlarını götürmeyi başarabilmişler midir? “Tebdil-i mekânda ferahlık vardır” diyenler, aslında “tebdil-i kan”ı mı kastetmişlerdir?
    Sevgili Dost,
    “Kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorum.” Çünkü aklım hep kurcalanacak. “Kalbimi alıp” çünkü kalbim değişen kanı karşılayacak. “Uzaklara” çünkü gazeteler mürekkep, radyolar ses, televizyonlar renk yapmak istiyorlar onu. “Gitmek istiyorum” çünkü gitmek kalmaktan daha pullu. Bir gece kıyafeti gibi ışıl ışıl parlıyor teni. Bir gece, kıyafeti gibi soyuyor gurbetini.
    Sevgili Dost,
    “Garip, Şam’daki Yemen’deki garip değil, garip mezardaki ve kefendeki gariptir,” demiş Araplar. Ne garip! “Garibin yüzü soğuk olur,” demiş Türkler. Ne garip! Eskimolar güneşin gurbetçi olduğunu düşünmüşler. Çinliler küçük beyaz bir taşın bir çuval pirinç içinde kaybolduğunu. Ne garip!
    Sevgili Dost,
    Hafız, “Hiçbir yol yoktur ki sonu olmasın,” demiş ama ne çıkar! Bizim otobüslerimizin aynalarında hâlâ, “Ömür biter yol bitmez,” yazıyor. “Düz yolda da sürçer insan,” deyince Çehov, Aşık Dertli cevap veriyor: “Doğru gitsem yollar komaz/Bükük yollar boynum gibi.”
    Sevgili Dost,
    Uçak sürüleri havalanıyor yerden. Trenler, sihirbazların ipleri gibi oynuyor. Denizi yakıyor ütülerken tekneler. Perdeler sarkıyor otobüslerden.
    Sevgili Dost,
    İnsan tekerleği bulduğu zaman başına neler geleceğini bilseydi, bakmadan arkasından yuvarlardı onu ıssız bir yere. İnsanın elinden gelseydi, düğümlerdi yolları ıssız bir yerde.

    Sevgili Dost,
    “Kalbimi alıp uzaklara gitmek istiyorum.”

Hele Hele - Alper GENCER

İtiraf ediyorum tanrım
sırtından vurulana zaafım büyük
affedilmez günahların ağırlığı altında
o cansız bedenden boşanırken bütün yük
mazi mazi aklanıyor gözümde
yaradaki dudak, sayfadaki yırtık
ölmek
nasıl ölürse ölsün
büyük haklılık
ve yaşamak denilen yanılgının ortasında
türlü ihanetlere uğrayarak
atından düşer gibi haksız düşerek
ensesinde deliği eksik
sırtında hançeresiz gezerek
kalbi bir türlü durmayan, duramayan ben
uyurken uyananlardan biri olarak
fena halde haksızım tanrım
sanki affetsen de
beni yanına alman icap edecek
doğrular çoktan bitti, 'the end' canım
finito, kalmadı yavrum, elimizde yok
belinde silah gezdirmeye başlayalı ahlak
şimdi kötüler ve iyiler atlarına binerek
uzaklaşsalar diye dua ediyor halk
ey iyiler ve kötüler
hele bıraksanız da
yaşasak


Yokuşa Akan Sular

Küçük mavi, pembe çiçekler serpilidir. Yeşilin saydam uçları çimenlerde. Su domur domurdur. Çakıllarda eleğimsağmalara. Görülmemiş, tutulmamış bir güzellik. Kirletilmemiş bir su.
Dağlardan ceylanlar iner. Göğün tüllenen kızıllığı laciverde koşarken. Kenarında saygıyla dururlar. Tek dal, tek yaprak kıpırdamaz. Bir ân-ı vahitte kalırlar. Sonra eğilip içerler.
   Sen bir musluğa eğiliyorsun. Topraktan kopmuş suya. Clor kokuyor elin ayağın.
   O cânım fayanslardan döşüyorsun. Sonra pırıl pırıl “sıhhî tesisat armatürleri”. Yollar, tarlalar, dağlar aşıyor içine insan sığan borular. Dozerler çalışıyor, türlü kanallar açıyor. Sonra yeni buluşlar, filtreler. Lağım sularından, deniz suyundan yahut o içinde it leşleri yüzen, şişmiş yumuşamış, tüyleri dökülüp pelteleşmiş, karnı deşilip bağırsakları parlamış it leşleri yüzen, beton labirentlerin çöplüklerinden süzülüp gelen su birikintilerinin toplandığı gölcüklerden. Ağır, yağlı, üzerinde iri yeşil sineklerin uçuştuğu mülevves gölcüklerden pompalarla basılıp zorla itilen, bir türlü akmayı beceremeyen, "git ak musluklardan” diye kırbaçlanan o mayiyi.
O mayiyi poliüretanlı, monoblok gövdeli yerlerde saklamaya mecbursun. Bohemya kristallerinde sunmak için.
Bastığın yeri toprak diyerek geçme tanı artık.
O betondur, senin yeni vatanın. Asfalttır, parkedir, halıflextir.
   Koşuyorsun ciğerlerinde egzoz gümbürtüleri. Ayaklarında lastik. Üç öğün naylon yemektesin. Ara toprağı. Toprak bizim canımız, petrol olsun kanımız.
Göz alabildiğine uzanıp giden bozkır. Parlayan gün, esen yel. Kekik kokulu rüzgâr. Kulpuna yapıştığın sabandır. Demirini sen dövdün. Boyunduruk kayışını yağlayıp ağacını sen kestin. Senin o asırlık ellerinde yoğruldu bu âlet. Bu tosunlar senin ellerinde doğdu. Bastığın o buğulanan toprak, güneşe kavuşup şehvetle gerilen anaç tarla, şu kesik kesik öten boz sakallı çayır kuşu, uzaklarda yayılan sürü senin. Terleyip terleyip de ağzına diktiğin toprak testiyi sen yaptın. Terin toprağa karıştı, toprak sana…
Birazdan ziller çalacak.
   Gece vardiyası boşanacak. Sil gözlerini. Karşıda bütün farlarını yakıp uluyan, düğmeleri, levyeleri ve olanca dişlileriyle bilenip seni bekleyen fabrikaya koş. Kaderini kucakla. Tüylerin diken diken olurken sarıl o soğuk demirden yabancı kadınlara.
   Motor sesleriyle sarhoş, çarklardan, kayışlardan dökülen nağmelere kapıl. Metal parıltısı karışsın gözbebeklerine, kanlı kanlı bak. Elindeki anahtarın ismi gavurcadır, ezberle. Bu efsunkâr gece uzar gider yıldızlara kadar. Düş içine, düş içinde. Sakın altıotuzbeş trenini unutma. Koşacaksın. Nefes nefese kalacaksın. Siren sesleriyle ürpereceksin. Vinçlerin boşlukta sallanan pençelerinden kan damlayacak. Saçlarında demir tozları. Artık başakları istesen de düşünemezsin. O rüzgarda sallanan türküleri. Sıcak tandır ekmeğinin üzerine cızırdayan tereyağını, yayıktan boşalan ayranı, kınalı elleri.
   Unut sabah namazında safta durmayı. Nöbettesin. Unut amcaoğlunun cenazesini, fazla mesai. Boynundaki hamaylı çöz at, güldürme kimseyi yavuklunun verdiği çevreyi göstererek. Bak eller dünyayı değiştirmişler, sen de değiştir dünyanı. Yarınlar senin.
   Çocuğunu başkaları büyütecek, hafta sonları görürsün. Aşını başkaları pişirecek, sen yersin. Karını akşamdan akşama bulursun. Yorgunluktan kemiklerin sızlayacak, aldırma. Taksitle al evini, taksitle döşe, taksitle yaşa. Seni de başkaları yaşatıyor, inan buna. Ziller, düğmeler, levyeler, planlar, çok uluslu şirketler. Evet, anladık bostana su sabah serininde girermiş, ayrılık olur deyi gözden öpmek iyi değilmiş, tohum ekmeden önce iki rekât namaz kılıp "kurdunan kuşunan, eşinen dostunan yemek nasip eyle" demek gerekmiş. 
   Bırak şimdi bunları, bak çalıştığın inşaat ellisekiz haneli bir köy artık. Bu yeni köyde bir yer kapmaya bak. Greve git, "sınıf bilinci"ne ulaş. Evet, yamuk tarlanın başına diktiğin zerdaliler kurumuştur, tarlayı ot basmıştır. Merek yıkılacak, yaz gecelerinde halaya durup, harman makinesinden savrulan saman tozlarına bulaşıp, derin derelerden aşağılara ovaya doğru süzülen türküler unutulacaktır. Demirdöküm’ün önünde davul-zurna kurup horon oynayan beyaz önlüklü grev gözcülerine şaşma. Onların çocukları artık horon oynayamayacaklar. Bir dünyanın eşiğindesin. Eğilip eğilip bakıyorsun. Özlemlerin, hasletlerin hasılı her şeyin arkada kaldı. Kalacak, unutulacak. Güçlenen, süren önündeki dünya…
Sen de bu dünyanın saliki olacak mısın?
Adına ayrılmış proleter bir koltuğa gömülecek misin?
   Dişlerin dökülecek, böbreklerinde kum, kalbinde ufak bir spazm olacak diyorlar. Bütün bunları ve daha başka şeyleri söylüyorlar. Jelatinden salatalar, orlondan kremalar neler. 

Mustafa Kutlu - Yokuşa Akan Sular

Dergâh Yayınları, s.7-10

   Korkulusun, şaşkınsın, yabancısın.