31 Aralık 2009 Perşembe
Devlet Gibi Kalp
Bi üçüncü dünya ülkesi gibi bebeğim
Etiketler:
almasını,
biliyorsun,
gibisin,
imf,
sadece,
senin.yüreğin
25 Aralık 2009 Cuma
Tamam GidiyoruM
Tamam Gidiyorum
Nasılsa beni senden soracak hiç kimsemiz yok
nasılsa beni yolcu etmen için hazırdır nedenlerin
merak etme beni
nasılsan öyledir halim..
yanında olamayacağım her mesafede
Saçına dokunma isteğimin ihtimali dahi yok artık
bu yüzden önemi de yok nerde olacağımın
ve seslenen sen olmayacaksın madem
ßana sanıp adımı duyacağım hiçbir yöne kalbim çarpmayacak
Siyah şimdi bana daha mı çok yakışacak bana
oysa ne çok dilerdim geceyi kıskandıran gözlerine bürünmeyi
Kaç bin adım sonra hayalin silinir gözlerimden
Peki üç cümlenin birinde adını anma alışkanlığım tükenir mi ?
bahardı gözlerin..
Şimdi takatim yeter mi boynuma kadar kış mevsiminden geçmekten
Elime dahi dokunmadan nasıl verdin bana bu şekli
Sen varsın
gerçeksin madem..
Nasıl benden bahsedebiliyorum
Ardından kaç yıl sonra yollarsın sende kalan aklımı
Aklım bulunca tanır mı senden geriye enkaz kalmış beni
Şimdi yetimler mi muktedir ruhumu teskin etmeye
Nasıl bir sensizliğe düştüm ki
Dünya koca bir çukur gibi bedenime
Allah aşkına değmesin saçlarına artık şimal rüzgârları
İzin verme..!
Bilirim kokunun aşamayacağı uzaklık yok
Bilirim gelirde beni kefenler nefesin
Ölmemi istemezsin şimdi
Dokunman gereken alnıma duvarlar çarpar
Nerdesin..!
MEHMET ERCAN
23 Aralık 2009 Çarşamba
Yağmur Sonrası
Yağmur sonrası karanlıkta bir şehir
İçinde ben.
Şarkılar çalıyor taksilerin teyibinden
Giderken sen...
Tüyleri ıslak kuşlar su içiyorlar çeşmelerden
Kimsenin umrunda değiliz,
Ne aşk
Ne ben.
Bir şey olmamış,bir yerinden vurulmamış gibidir şehir.
Her gidiş niye birbirine benzer.
Arabaların camlarını siler tinerci çocuklar
Bir sigara parasına ömrümü anlatırım
Belki onlar dinler
Çekip gidişin hangi şarkıya benzer
Bulup çıkarırız karanlıkta bir şehrin içinden
Çocuklarla beraber
Neden kimsenin umrunda değiliz
Neden
Ne aşk
Ne ben
Islık çalmayı bilseydim
Birazda kahretmeyi
Hayır aç değilim diyebilmeyi
Canım istemiyorlarla çekip gitmeyi
Denizi seyretmeyi kıyıdan
Martılardan dilek tutmayı becerebilseydim
Belki kolay olurdu sensizlik
Belki benide alırdı koynuna hasretin derin boşluğu.
Yapabilseydim,kapıyı ardından ben kapayabilseydim
Camlara vurabilseydim öfkesini sensizliğin
Kırıp dökebilseydim senin gibi
Birde ayrılığı sevseydim olurdu sanki.
Şu senin gidişin biraz üzmeliydi yağmur sonrası bu şehri
Elimi tutmalıydı beyoğlu
Koluma girmeliydi üsküdar
Geçer demeliydi bakinin kahvesi
Sinema afişleri gönlümü almalıydı
Göz kırpmalıydı fatihin ana caddesi
En azından kadıköy biraz ağlamalıydı
Olur demeliydi galata
Samatya yanımda yürümeliydi tren raylarıyla
Saçlarımı okşamalıydı kasımpaşa
Aşk böyledir demeliydi bakırköy mesela
Yüzüme rüzgarını sürmeliydi eyüp sultan
Eminönü oturmaya gelmeliydi bütün kuşlarıyla
Tophane demli bir çay söylemeliydi en kırılgan anımda.
Yağmur sonrası bu şehri kolkola geçmeliydim bütün arkadaşlarla
Bir şiir yazabilmek için kocaman yalnızlığa
Bunun için isterdim bu şehri yanımda
Yağmur sonrası karanlıkta bir şehir
İçinde ben
Şarkılar çalıyor taksilerin teyibinden
Giderken sen...
İçinde ben.
Şarkılar çalıyor taksilerin teyibinden
Giderken sen...
Tüyleri ıslak kuşlar su içiyorlar çeşmelerden
Kimsenin umrunda değiliz,
Ne aşk
Ne ben.
Bir şey olmamış,bir yerinden vurulmamış gibidir şehir.
Her gidiş niye birbirine benzer.
Arabaların camlarını siler tinerci çocuklar
Bir sigara parasına ömrümü anlatırım
Belki onlar dinler
Çekip gidişin hangi şarkıya benzer
Bulup çıkarırız karanlıkta bir şehrin içinden
Çocuklarla beraber
Neden kimsenin umrunda değiliz
Neden
Ne aşk
Ne ben
Islık çalmayı bilseydim
Birazda kahretmeyi
Hayır aç değilim diyebilmeyi
Canım istemiyorlarla çekip gitmeyi
Denizi seyretmeyi kıyıdan
Martılardan dilek tutmayı becerebilseydim
Belki kolay olurdu sensizlik
Belki benide alırdı koynuna hasretin derin boşluğu.
Yapabilseydim,kapıyı ardından ben kapayabilseydim
Camlara vurabilseydim öfkesini sensizliğin
Kırıp dökebilseydim senin gibi
Birde ayrılığı sevseydim olurdu sanki.
Şu senin gidişin biraz üzmeliydi yağmur sonrası bu şehri
Elimi tutmalıydı beyoğlu
Koluma girmeliydi üsküdar
Geçer demeliydi bakinin kahvesi
Sinema afişleri gönlümü almalıydı
Göz kırpmalıydı fatihin ana caddesi
En azından kadıköy biraz ağlamalıydı
Olur demeliydi galata
Samatya yanımda yürümeliydi tren raylarıyla
Saçlarımı okşamalıydı kasımpaşa
Aşk böyledir demeliydi bakırköy mesela
Yüzüme rüzgarını sürmeliydi eyüp sultan
Eminönü oturmaya gelmeliydi bütün kuşlarıyla
Tophane demli bir çay söylemeliydi en kırılgan anımda.
Yağmur sonrası bu şehri kolkola geçmeliydim bütün arkadaşlarla
Bir şiir yazabilmek için kocaman yalnızlığa
Bunun için isterdim bu şehri yanımda
Yağmur sonrası karanlıkta bir şehir
İçinde ben
Şarkılar çalıyor taksilerin teyibinden
Giderken sen...
17 Aralık 2009 Perşembe
Ah Müjgan Ah
1970 yılından, harikulade bir sadri alışık filmi. hem gülderen hem ağlatan cinsten. hikaye çok bilindik aslında, fakir sevgilisini bırakıp zengin piçle evlenen fakir kız hikayesi. ama sadri alışık faktörü filmi unutulmazlar arasına sokuyor.
semtimizin bir tanesiydi müjgan, saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür.
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivert.
ve her ne hikmetse o da bana gönüllüyüdü.
öyle bir sevdim ki öüjganı dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonrada çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdik.
sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar.
öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim.
müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler.
zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende.
hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum
öptüğünü düşünüyorum dudak yerine parayı
para için açar mı sevişenler arayı
madem para mühimdi al koluna parayı
çantana da koy aldığın o kocayı
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
semtimizin bir tanesiydi müjgan, saçları sırtına kadar sırma sırma dökülür.
elleri ufacık, gözleri dört defa lacivert.
ve her ne hikmetse o da bana gönüllüyüdü.
öyle bir sevdim ki öüjganı dünyamı şaşırdım, haddimi bilemedim,
evleniriz gibi geldi bana.
evimiz, yuvamız olur, ışığımız yanar, fakir soframız kurulur gibi geldi.
sahil bahçesinde gazoz içerekten gizli gizli mal-ü hülya kurardık.
sonrada çarşılara giderdik.
eşya beğenirdik elden düşme; aynalı konsolumuz topuzlu karyolamız bile olacaktı. müjgan’ın her an her bi daim yanında olacaktım ama olmadı gitti. nereye mi ? paraya gitti abicim paraya
nasılda sevmiştim yıllarca ben seni
her akşam bekledim yollarını
elbet bir gün biz yuva kurarız derken
duydum evlenmişsin sen zengin bir gençle
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
nikah resimlerimizi de çektirdik.
sonra karpuzcu raşit ağabeyinin kayınbiraderine borç ederekten nişan yüzüklerimizi de yaptırmıştık.
ama müjgan takmadı bunu takamadı uçuverdi elimden.
meğer gizlice altın bir kafes bulmuş kendine.
müjgan’ın gelinliğini hususi diktirmişler, benim gibi kiralık tel duvak almaya kalkışmamışlar.
öyle sevindim ki. mesut ve bahtiyar olsun diye dualar ettim.
müjgan gibi bende birbirimize ettiğimiz sözleri ettiğimiz yeminleri unuttum.
bir daha mahalleye gelmedi müjgan, gelemedi. bizim dar ve eski sokaklara otomobili sığmıyormuş dediler.
senede birkaç ay zaten avrupa'daymış dediler.
zaman şifalı bir ilaçtır unutursun dediler, unuttum bende.
hiç aklıma gelmedi. hatırlamıyorum bile müjgan’ı. hatırlamıyorum
öptüğünü düşünüyorum dudak yerine parayı
para için açar mı sevişenler arayı
madem para mühimdi al koluna parayı
çantana da koy aldığın o kocayı
zengin olsaydım sensiz kalmazdım
her an düşünüp seni hiç ağlamazdım
param olsaydı aşkım kalırdın
seve seve yanımda benimle yaşardın
Şizosems
böyle zamanlar tehlikelidir şemsettin
ya gel cebime saklan, ya bırak şapkana saklanayım
kim vurduya gider insan
fırsat yok ki kendimi savurup aklanayım.
bi ara sen de, biliyorum, kedilerden korkuyordun
çünkü kendini işkembe zannediyordun
öyle bir şey ben de atlattım
iskemle sandım kendimi bi' süre
üzerime oturacaklar diye korkulardaydım
ama sonra yırttım şemsettin
kendime telkinler yaptım sen iskemle değilsin diye diye
inandırdım kendimi.
ya gel cebime saklan, ya bırak şapkana saklanayım
kim vurduya gider insan
fırsat yok ki kendimi savurup aklanayım.
bi ara sen de, biliyorum, kedilerden korkuyordun
çünkü kendini işkembe zannediyordun
öyle bir şey ben de atlattım
iskemle sandım kendimi bi' süre
üzerime oturacaklar diye korkulardaydım
ama sonra yırttım şemsettin
kendime telkinler yaptım sen iskemle değilsin diye diye
inandırdım kendimi.
sana hak vermiyo değilim ama şemsettin, zaman kötü,
aslında ne sen, ne ben ikimiz de deli filan değiliz
herkes oynatmış.
sadece sen ve ben normaliz.
aman şemsettin laf aramızda...
laf aramızda...
laf aramızda...
şemsettin, laf aramızda kaldı çıkamıyor, kendini ifade edemiyor bir türlü
aman çok dikkatli olalım şemsettin
sen de fark ettin
zaman kötü
en iyisi biz işi deliliğe vuralım
sen kedilerden kork, işkembesin diyeaslında ne sen, ne ben ikimiz de deli filan değiliz
herkes oynatmış.
sadece sen ve ben normaliz.
aman şemsettin laf aramızda...
laf aramızda...
laf aramızda...
şemsettin, laf aramızda kaldı çıkamıyor, kendini ifade edemiyor bir türlü
aman çok dikkatli olalım şemsettin
sen de fark ettin
zaman kötü
en iyisi biz işi deliliğe vuralım
ben insanlardan korkayım, iskemleyim diye
ve iskemle üzerinde işkembe, çarşamba, perşembe...
gün say şemsettin gün say
çünkü nasıl olsa bir gün gelip bizi alacaklar
bu işten yırtmak için saat numarası yapalım
sen yelkovan ol, ben yengeç
sonra onlara tek cevap verelim
vakit çok geç,
vakit çok geç,
vakit çok geç şemsettin, geldiler.
14 Aralık 2009 Pazartesi
Yakışmazı Yazmaz Allah
İki gönül yangınında birsin sen
Yapılanı bozmaz Allah sevdiğim
Bu Sefai dağ başına yakışır
Ölüm kalım sağ başına yakışır
Fırtınalar dağ başına yakışır
Yakışmazı yazmaz Allah sevdiğim
10 Aralık 2009 Perşembe
Hadi Git
Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git!
Git de şen şakrak geçen günlerine gün ekle,
Beni kahkahaların sustuğu yerde bekle.
Git ki siyah gözlerin arkada kalmasınlar,
Git ki gamlı yüzümün hüznüyle dolmasınlar.
Mademki benli hayat sana kafes kadar dar,
Uzaklaş ellerimden uçabildiğin kadar.
Hadi git, benden sana dilediğince izin,
Öyle bir uzaklaş ki karda kalmasın izin.
Kahrımın nedenini söylesem irkilirler;
Çünkü herkes beni Kays, seni Leyla bilirler.
Sanırlar ki sen beni biricik yar saymıştın;
Oysaki hep yedekte, hep elde var saymıştın.
Hadi git, ne bir adres, ne bir hatıra bırak,
Zannetme ki, pişmanlık, mutluluk kadar ırak!
Sanma ki fasl-ı bahar geldiğim gibi gitmez,
Sanma ki hüsranını görmeye ömrüm yetmez.
Her darbene tahammül edecektir bedenim,
Gururum mani olur perişanıma benim.
Yari Ferhat olanın ellerle ülfeti ne?
Şirin ol katlanayım dağ gibi külfetine.
Henüz layık değilken tomurcuk kadar aşka,
Sana gül bahçesini kim açar benden başka!
Hercai arılara meyhanedir çiçekler,
Kim bilir şerefinden kaç kadeh içecekler!
Mademki aşk tablosunun takdirinden acizsin,
Git de çağdaş ressamlar modern resimler çizsin.
Ne vedaya gerek var, ne de mektuba hacet,
Git de Allah aşkına bir selama muhtaç et!
Güllere de aşk olsun gene sen kokacaksan!
Fallara da aşk olsun gene sen çıkacaksan!
Kopsun nerden inceyse artık bu bağ, bu düğüm!
Her gece daha berbat, daha vahim gördüğüm.
Korkulu düşlerimi yorumdan kaçırıyorum;
Sırf sana üzülüyor, sırf sana acıyorum!
Git iş işten geçmeden, çok geç olmadan vakit,
Günahıma girmeden, katilim olmadan git! ...
CEMAL SAFİ
8 Aralık 2009 Salı
Gece Nöbeti
giderek daha az
unutur gibi seviyorum
azala azala
aramızdaki uzaklığın karanlığında
geceler kısalıp, gündüzler uzuyor böyle olunca
daha az seviyorum seni
kendini iyileştiren bir yara gibi
daha az
ve zamanla
sen geceyi tutuyorsun, ben nöbetini
uzak dağ kışlalarında
görmüyoruz birbirimizi
usul usul sis iniyor
kopmuş yollara
ışığı hafif, uykusu ağır koğuşlarda üzerini örtüyorum senin
bir çığ gibi uyuyorsun rüyalarımda
sevgilim sevgilim
yıldızları daha büyüktür bazı gecelerin
nöbet kadar yalnızken öğreneceksin bunu da
artık daha az seviyorum seni
unutur gibi, ölür gibi daha az
yeniden ödetiyorum kendime
onca aşkın öğretemediğini
kolay değildi
yalnızca sevgilimi değil, evladımı da kaybettim ben
kaç acı birden imtihan etti beni
bir tek gece vardır insanın hayatında
ömür boyu sürer nöbeti
bu da öyleydi,
iyi ol, sağ ol, uzak ol
ama bir daha görme beni
Ağıt
Çiçekçi bana bir gül ver
Sevgilime değil bir ölü için
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu
Sen de: – bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim: – kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse…
Çiçekçi bana bir gül ver
- beyim, gül olmaz ki bu mevsimde
Ahmet ERHAN
Çiçekçi bana bir gül ver
İçine gözyaşlarımı sığdırabileyim.
Yakasına böyle bir gül takmıştı
O gün bir görseydin sen onu
Çiçekçi bana bir gül ver
Sanki o güldendi bütün mutluluğu
Sen de: – bir arkadaşın öldü
Ben diyeyim: – kardeşim!
Çiçekçi bana bir gül ver
Götürüp tabutuna iliştireyim.
Kaldırımlarda kömür tozları
Bacalarda koyu bir duman var
Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin
Çiçekçi bana bir gül ver
Kapalı perdeleri açabilse gülüm
Kapalı kapıları kırabilse
Kapalı yüreklere girebilse…
Çiçekçi bana bir gül ver
- beyim, gül olmaz ki bu mevsimde
7 Aralık 2009 Pazartesi
Zalimden Öte
Yerden göğe kadar haklısın kat kat
Dene her cevrini zulümden öte...
Duysun edebiyat
tanısın lugat
Yazsın unvanını zalimden öte..
Sabit hayalini çek gözlerimden
Çıkart şu resmini sök gözlerimden
Vefasız aşkını dök gözlerimden
Afat görülmesin selimden öte..
Ara köhneleri meyhaneleri
Dolaş izbeleri viraneleri
Tanı aşk uğruna divaneleri
Derbeder var mıdır halimden öte...?
Nazarın kadrimi çok ucuz biçti
Varla yok arası
belki de hiçti..
Ömrüm sokağında git gelle geçti
Lutfuna ermedim talimden öte...
Söyle ki ötmesin çekmesin kaygı
Deryada damladır ondaki duygu
Yok mudur bülbülde aşığa saygı
Ahü-zar etmesin dilimden öte...
Gün gelir Safi de niyazdan bıkar
Öfkesi sabrının bendini yıkar
İsyankar sedası ayyuka çıkar
Öte dur köyümden
ilimden öte..
CEMAL SAFİ
Dene her cevrini zulümden öte...
Duysun edebiyat
Yazsın unvanını zalimden öte..
Sabit hayalini çek gözlerimden
Çıkart şu resmini sök gözlerimden
Vefasız aşkını dök gözlerimden
Afat görülmesin selimden öte..
Ara köhneleri meyhaneleri
Dolaş izbeleri viraneleri
Tanı aşk uğruna divaneleri
Derbeder var mıdır halimden öte...?
Nazarın kadrimi çok ucuz biçti
Varla yok arası
Ömrüm sokağında git gelle geçti
Lutfuna ermedim talimden öte...
Söyle ki ötmesin çekmesin kaygı
Deryada damladır ondaki duygu
Yok mudur bülbülde aşığa saygı
Ahü-zar etmesin dilimden öte...
Gün gelir Safi de niyazdan bıkar
Öfkesi sabrının bendini yıkar
İsyankar sedası ayyuka çıkar
Öte dur köyümden
Adı Nevin
I
yaban
ve asi
dağlara dağılan taylar gibi
ve yangın
gençliğinin alazında ışıltılı bıçaklar gibi
adana da yollara dizilmiş garlarda
çığlık çığlığa peronlarda
çocuklar gibiydi gözleri
adı nevin
şarap içer, rüzgâr giyerdi geceleyin...
II
o, kanadı kırık bir kuştu
beyaza vurulmuştu
kimseler görmnedi bir başka renk sevdiğini
kimseler
görmedi kimseler kirlendiğini...
adı nevin
hüzün kokar ve korkardı geceleyin...
III
kendini martılarla bir tutma derdim; senin kanatların yok. düşersin, yorulursun, beni koyup koyup gitme ne olursun!
o, kanadı kırık bir kuştu
gülümserken vurulmuştu
kimseler görmedi uçtuğunu
kimseler
görmedi kimseler öpüştüğünü...
adı nevin
özlem tüter ve çağlardı geceleyin.
IV
ışığın diyordu: kırılıp düştüğü yerlerden geliyorum; karanlık kördü ve acımasız... ellerimle kırdım ben de kalan kanatlarımı; kanatlarımı kanatmaktan geliyorum...
V
o bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı. sonra da çift çıkardık; kar yağardı, biz dinlemez, çıkardık! o kentte bütün sokaklar biz yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı, insanlar dar yapılmıştı, çıkardık!
kar durmazdı, üşüşürdü saçlarına ve hep bir şeylere ağlardı o karlı havalarda... avurtlarına çarpan kar taneleri, gözyaşlarının sıcaklığına çarpıp erirdi... erirdi... biz yan yana, yana yana... yana yana!
o bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı
ben yürüsem bütün yollar ona çıkardı...
VI
gitti... kanatları yüreğimdeydi
kalan, elimde minyatür bir kuş şimdi
yitirdim o aşkın kimliğini
hükümsüzdür...
adı nevin,
ihaneti tutuşturduk bir sabahleyin!
yaban
ve asi
dağlara dağılan taylar gibi
ve yangın
gençliğinin alazında ışıltılı bıçaklar gibi
adana da yollara dizilmiş garlarda
çığlık çığlığa peronlarda
çocuklar gibiydi gözleri
adı nevin
şarap içer, rüzgâr giyerdi geceleyin...
II
o, kanadı kırık bir kuştu
beyaza vurulmuştu
kimseler görmnedi bir başka renk sevdiğini
kimseler
görmedi kimseler kirlendiğini...
adı nevin
hüzün kokar ve korkardı geceleyin...
III
kendini martılarla bir tutma derdim; senin kanatların yok. düşersin, yorulursun, beni koyup koyup gitme ne olursun!
o, kanadı kırık bir kuştu
gülümserken vurulmuştu
kimseler görmedi uçtuğunu
kimseler
görmedi kimseler öpüştüğünü...
adı nevin
özlem tüter ve çağlardı geceleyin.
IV
ışığın diyordu: kırılıp düştüğü yerlerden geliyorum; karanlık kördü ve acımasız... ellerimle kırdım ben de kalan kanatlarımı; kanatlarımı kanatmaktan geliyorum...
V
o bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı. sonra da çift çıkardık; kar yağardı, biz dinlemez, çıkardık! o kentte bütün sokaklar biz yan yana yürümeyelim diye dar yapılmıştı, insanlar dar yapılmıştı, çıkardık!
kar durmazdı, üşüşürdü saçlarına ve hep bir şeylere ağlardı o karlı havalarda... avurtlarına çarpan kar taneleri, gözyaşlarının sıcaklığına çarpıp erirdi... erirdi... biz yan yana, yana yana... yana yana!
o bir yenik serçeydi sıkılınca ağlamaya çıkardı
ben yürüsem bütün yollar ona çıkardı...
VI
gitti... kanatları yüreğimdeydi
kalan, elimde minyatür bir kuş şimdi
yitirdim o aşkın kimliğini
hükümsüzdür...
adı nevin,
ihaneti tutuşturduk bir sabahleyin!
12 Kasım 2009 Perşembe
KALDIM
KALDIM
Seni düşlerime aldım,
Uykusuz kaldım.
Seni uykularıma aldım,
Düşsüz kaldım.
Başıma aldım, sensiz;
Gönlüme aldım, başsız,
Sensiz, yollarda pulsuz,
Pullarda mektupsuz kaldım.
Sana adlar aradım.
Ardında adsız kaldım.
Uykusuz kaldım.
Seni uykularıma aldım,
Düşsüz kaldım.
Başıma aldım, sensiz;
Gönlüme aldım, başsız,
Sensiz, yollarda pulsuz,
Pullarda mektupsuz kaldım.
Sana adlar aradım.
Ardında adsız kaldım.
ÖZDEMİR ASAF
Etiketler:
asaf,
çıkardım,
düşsüz,
kaldım,
özdemir,
senin.yüreğin,
uykularımdan
9 Kasım 2009 Pazartesi
Seninle Olmanın...
Seninle olmanın en güzel yanı ne biliyor musun?
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
''Seni seviyorum'' sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek. Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek...
Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.
Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana... Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek... Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.
Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak... Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her mısrasında seni bulmak.
Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek. Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.
Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
Nereden bileceksin?
Sen benimle hiç olmadın ki. Olsaydın avuçlarım terlemezdi... Isırmazdım dilimin ucunu... Özlemezdim seni yanımdayken.Kıskanmazdım.
Korkmazdım yollarda yürümekten. Islanmazdım yağmurlarda... Yıldızlara aya dert yanmaz, böyle her şarkıda serhoş olmazdım.
Korkmazdım seni kaybetmekten ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize... Ve her kulaçta haykırırdım seni..
Ama sen hiç benimle olmadın ki...
YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN...
Elin elime değmeden avuçlarımı terleten sıcaklığını taa içimde hissetmek.
Seninle olmanın en kötü yanı ne biliyor musun?
''Seni seviyorum'' sözcüğü dilimin ucunu ısırırken her konuşmamızda boş yere saatlerce havadan sudan söz etmek.
Seninle olmanın en heyecanlı yanı ne biliyor musun?
Aynı şeyleri seninle aynı anda düşünmek birlikte ağlamak gülmek. Ve buradayken bile seni çılgınca özlemek...
Seninle olmanın en acı yanı ne biliyor musun?
Seni hiç tanımadığım bir sürü insanlarla paylaşmak. Senin yanında olan, seninle konuşan herkesi çocukça kıskanmak.
Seninle olmanın en mutlu yanı ne biliyor musun?
Tanıdık birileriyle karşılaşma tedirginliği ile yollarda yürümek yan yana... Elimdeki şemsiyeye inat yağmurda ıslanmak birlikte. Elimde kır çiçeğiyle seni beklemek... Aynı mekanlarda aynı yiyecekleri yemek.
Seninle olmanın en romantik yanı ne biliyor musun?
Sensiz gecelerde sana söyleyemediklerimi yıldızlara aya anlatmak... Okuduğum kitabın sayfalarında dinlediğim şarkıların türkülerin şiirlerin her mısrasında seni bulmak.
Seninle olmanın en zor yanı ne biliyor musun?
Seni kaybetme korkusuyla hayatta ilk kez tattığım o tarifsiz duygularımı umut denizinin ortasında küreksiz bir sandala hapsetmek. Sevgili yerine yıllarca dost kalmayı başarmak. Yalın ayak yürümek bıçağın en keskin yerinde. Kanadıkça tuz yerine gözyaşlarımı basmak yüreğime.
Seninle olmanın tek yan etkisi ne biliyor musun?
Nereden bileceksin?
Sen benimle hiç olmadın ki. Olsaydın avuçlarım terlemezdi... Isırmazdım dilimin ucunu... Özlemezdim seni yanımdayken.Kıskanmazdım.
Korkmazdım yollarda yürümekten. Islanmazdım yağmurlarda... Yıldızlara aya dert yanmaz, böyle her şarkıda serhoş olmazdım.
Korkmazdım seni kaybetmekten ayaklarım kan revan atlardım sandaldan denize... Ve her kulaçta haykırırdım seni..
Ama sen hiç benimle olmadın ki...
YA AKLIN BAŞKA YERLERDEYDİ YA YÜREĞİN...
Can YÜCEL
7 Kasım 2009 Cumartesi
Gitmek
Bu günlerde herkes gitmek istiyor Küçük bir sahil kasabasina Bir baska ülkeye, daglara, uzaklara... Hayatindan memnun olan yok. Kiminle konussam ayni sey... Herseyi, herkesi birakip gitme istegi. Öyle "yanina almak istedigi üç sey" falan yok. Bir kendisi Bu yeter zaten. Herseyi, herkesi götürdün demektir.. Keske kendini birakip gidebilse insan. Ama olmuyor. Hani kendimizden raziyiz diyelim, öteki de olmuyor. Yani herseyi yüzüstü birakmak göze alinmiyor. Böyle gidiyoruz iste. Bir yanimiz "kalk gidelim", öbür yanimiz "otur" diyor. "Otur" diyen kazaniyor. O yan kalabalik zira... is, Güç, sorumluluk, çoluk çocuk, aile, Güvende olma dugusu... En kötüsü aliskanlik Aliskanligin verdigi rahatlik, Monotonlugun dogurdugu bikkinligi yeniyor. Kaliyoruz... Kus olup uçmak isterken, agaç olup kök saliyoruz. Evlenmeler... Bir çocuk daha dogurmalar... Borçlara girmeler... isi büyütmeler... Bir köpek bile bizi uçmaktan alikoyabiliyor. Misal ben... Kapidaki Rex'i birakip gidemiyorum. Degil busehirden gitmek, iki sokak öteye tasinamiyorum. Alip götürsem gelmez ki... Bütün sokagim köpegim oldugunun farkinda Herkes onu o herkesi seviyor. Hangi birimizle gitsin? "Sirtinda yumurta küfesi olmak" diye bir deyim vardir; Evet, sirtimizda yumurta küfesi var hepimizin Kendi imalatimiz küfeler. Ama egreti de yasanmaz ki bu dünyada. Ölüm var zira. Ölüme inat tutunmak lazim. Barik ufak kaçislar yapabilsek. Var tabi yapanlar, ama az Sadece kaymak tabakasi Hepmiz kaçabilsek... Bütçe, zama, keyif... Denk olsa. Gün içinde mesela... Küçücük gitmeler yapabilsek. Ne mümkün Sabah 9, aksam 18 Sonra baska mecburiyetler Sikisip kaldik. Sirf yeme, içme, barinmanin bedeli Bu kadar agir olmamali. Hayatta kalabilmek için bir ömür veriyoruz. Bir ömür karsiligi, bir ömür yani. Ne saçma... Bahar midir bizi bu hale getiren? Galiba. Ben her bahar asik olmam ama Her bahar gitmek isterim. Gittigim olmadi hiç. Ama olsun... istemek de güzel.
3 Kasım 2009 Salı
İnsandan Başka
Ağaç,
Tutunduğu toprağa.
Toprak,
Yağan kara küser mi?
İnsan
Zaman içinde kendine
Zaman
İnsanın değişimine
Hayat
Bu kısır döngüye
Küser mi?
Yaprak
Esen rüzgara
Rüzgar
Uçuşan yaprağa
Küser mi?
Küsmez
Bilirim ki
Birbirini tamamlayan
Bilirim ki
Anlam katan var oluşlarına
Bilirim ki
Bütün bunlar
Küsmez birbirine
İnsandan başka
Hurma Mesafesi
Sesimi duyamıyor musun?
Kalbimi dinle!
Duyamıyorsan beni; ya çook uzaklardayım senden... Veya çok yakınında, ama çok...
Üçüncü ihtimalse bir akan deryanın iki yakasındaki ayaklar gibi kalmamızdı. O oldu: Bağlandık; kavuşamadık!
Kavuşanlar ise bizimle kavuştu...
Öyle bir ödüldü ki bu; sanki cezaya benziyordu mahşeri beklemek!
En zoru; aynı köprünün iki ayağı gibi kalmak: Hep bağlı, ama hep aynı mesafede... Yani seni özlemek cenneti özlemekle bağlantılı yahut cenneti, seninle daha çok özlemek!
Karşımda sen; iftar sofrasındaki hurma hasreti!
Sımmmsıkı bağlarla sarılmışsan bana ve ayakta tutansam seni, ben de öyle sarmalanmışım ki sana, seninle ayakta durabilirim; aynı köprünün diğer ayağı gibi...
Bilirim ki senden düşmek, toprağa düşmektir veya nihayet cennete çıkmaktır!
Aynı köprünün iki ayağı; sen ve ben...
Asla vazgeçmeyen biri birinden... Asla küsmeyen biri birine ve asla ve asla ve bu aslaların sonuncusu; asla biri birinin omzuna yaslanamayan, kucağında uyuyamayan!..
Bir göz göze bakıp eriyiştir bizimkisi, karşı kıtaya; kendi dünyalarımızdan.
Hâlbuki her gelen sendendir bana ve sana her giden benden!
Aah ki bana süzülmeseydin, sürülmeseydin zehir acısı gibi; böyle yanar mıydım derinden, kaynar mıydı içim, tüter miydi başım ve akar mıydı kelimelerim sana doğru; bir volkandan taşan lavlar gibi?
Keşke bir köprü ayağı gibi susabilseydim; susuşunu dinleyebilseydim; dediğini duyabilseydim; seni anlayabilseydim...
Sesimi duyamıyor musun?
Kalbimi dinle!
Duyamıyorsan beni; ya çok uzağım senden veya çok yakın. Ya da...
Kalbimi dinle!
Duyamıyorsan beni; ya çook uzaklardayım senden... Veya çok yakınında, ama çok...
Üçüncü ihtimalse bir akan deryanın iki yakasındaki ayaklar gibi kalmamızdı. O oldu: Bağlandık; kavuşamadık!
Kavuşanlar ise bizimle kavuştu...
Öyle bir ödüldü ki bu; sanki cezaya benziyordu mahşeri beklemek!
En zoru; aynı köprünün iki ayağı gibi kalmak: Hep bağlı, ama hep aynı mesafede... Yani seni özlemek cenneti özlemekle bağlantılı yahut cenneti, seninle daha çok özlemek!
Karşımda sen; iftar sofrasındaki hurma hasreti!
Sımmmsıkı bağlarla sarılmışsan bana ve ayakta tutansam seni, ben de öyle sarmalanmışım ki sana, seninle ayakta durabilirim; aynı köprünün diğer ayağı gibi...
Bilirim ki senden düşmek, toprağa düşmektir veya nihayet cennete çıkmaktır!
Aynı köprünün iki ayağı; sen ve ben...
Asla vazgeçmeyen biri birinden... Asla küsmeyen biri birine ve asla ve asla ve bu aslaların sonuncusu; asla biri birinin omzuna yaslanamayan, kucağında uyuyamayan!..
Bir göz göze bakıp eriyiştir bizimkisi, karşı kıtaya; kendi dünyalarımızdan.
Hâlbuki her gelen sendendir bana ve sana her giden benden!
Aah ki bana süzülmeseydin, sürülmeseydin zehir acısı gibi; böyle yanar mıydım derinden, kaynar mıydı içim, tüter miydi başım ve akar mıydı kelimelerim sana doğru; bir volkandan taşan lavlar gibi?
Keşke bir köprü ayağı gibi susabilseydim; susuşunu dinleyebilseydim; dediğini duyabilseydim; seni anlayabilseydim...
Sesimi duyamıyor musun?
Kalbimi dinle!
Duyamıyorsan beni; ya çok uzağım senden veya çok yakın. Ya da...
Muammer Erkul
1 Kasım 2009 Pazar
Kanlı Çuval
Genç adam artık büyüdüm der gibiydi, çıkışır gibi konuştu:
- Benim de dostlarım var baba!
Baba biliyordu dostun dosttan farkını, alttan aldı:
- Oğul, gerçek dostu bulmak zordur.
Delikanlı ısrarlıydı, onun da bildiği şeyler vardı. Hatta bazı şeyleri babasından iyi bilirdi:
- Benim dostlarım benim için canlarını bile verirler!
Ne kolay söylenmiş bir sözdü bu! Oysa adam ne bedeller ödemişti bunu anlamak için.
- Demek bu kadar güveniyorsun dostlarına...
Oğlunun konuşma tarzı adamın içini burkmuştu biraz, ama renk vermek istemedi. Bir taraftan da onun bu kendinden emin hali hoşuna gitti. Kendisi bu yaşında bile kolay kolay yapamazdı bunu. Bir yandan da oğlunun toyluğunu görüyordu. Elbet herkes gibi o da yaşayıp öğrenecekti. Fakat baba sorumluluğu da vardı, bir şeyler yapmalıydı.
- Ne dersin, diye sordu, dostların seni ne kadar seviyor öğrenelim mi?
Delikanlı altta kalmak istemedi. Dostlarına güveni tamdı ama doğrusu biraz da meraklanmıştı.
- Tamam, dedi, ama nasıl olacak bu iş? Şefkatle oğlunun gözlerine baktı adam:
- Sen büyükçe bir çuval bul, gerisini bana bırak.
Adam gidip ağıldan bir koyun çıkardı, bahçeye getirip kesti. Oğlunun meraklı bakışlarının arasında koyunu çuvala soktu. Çuvalı delikanlıya uzatırken:
- Şimdi en güvendiğin dostuna git, ben bir adam öldürdüm de. Bakalım ne yapacak, dedi.
Delikanlı sırtına yüklendi kanlı çuvalı. Akşamın karanlığında arka sokaklardan geçerek yürüdü. Bu iş kolay olacaktı. Gidebileceği o kadar çok dostu vardı ki... Rast gele birini seçti. Yürümeye devam etti. Çuvaldan süzülen kan ellerine, boynuna bulaşmıştı. Nihayet dostunun evine vardı. Bir eliyle çuvalı sıkı sıkı tutarken, diğeriyle kapıyı çaldı. Dostu karşısındaydı. Şaşkınlıkla arkadaşının ellerine, yüzüne bakıyor, anlamaya çalışıyordu. Çuvalı fark edince saklanamayacak bir endişeyle sordu:
- Hayırdır, bu da ne? Delikanlı;
- Birini öldürdüm, diyecekti ki, daha sözünü ta-mamlayamadan kapı yüzüne kapanıverdi.
Şaşırdı delikanlı. Elinde kanlı çuval, kapının önünde kalakaldı. Tekrar kapıyı çalacak oldu, vazgeçti. Gidebileceği daha bir sürü gerçek dostu vardı nasılsa. Uzaklaşırken döndü, bir kez daha baktı dostunun evine. Perdenin kenarından biri kendisini izliyordu. Aniden perde çekildi, odanın ışığı söndü sonra.
Verilen sözler geldi aklına, dostluk yeminleri, yaşanan onca şey geldi. Babası haklı mıydı yoksa? Bir başka dostunun evinin önünde durdu, ümitliydi bu kez. Fakat yine aynısı oldu. Sonra bir başkası, bir diğeri...
Gece yarısına kadar omuzunda kanlı çuvalla dolaştı durdu delikanlı. Ayakta duracak hali kalmamıştı artık. Kırgın ve öfkeliydi. Çaresiz evin yolunu tuttu. Babasının yüzüne bakmaya utanıyordu. Çuvalı bir kenara bırakırken babasına döndü.
- Sen haklıymışsın, dedi, dünyada gerçek dost yokmuş!
- Belki, dedi adam gülerek, belki de vardır. Şimdi de benim bir dostuma gideceksin. Ben falancanın oğluyum, bir adam öldürdüm diyeceksin. Bakalım ne olacak?
Delikanlı mahcubiyetinden kaçacak yer arıyordu zaten. Seve seve kabul etti. Hem, belki babasının dostuna gittiğinde de aynı şeyler olacaktı. Sanki öyle olmasını istiyordu. Gecenin karanlığına daldı, yeniden sokakları arşınlamaya başladı.
Babasının yerini tarif ettiği evin kapısına gelince önce çuvalı bir kenara bırakıp biraz soluklandı delikanlı. Dört yanı bahçeyle çevrili büyük bir evdi burası. Kapıyı çaldı, çuvalı omuzuna alıp beklemeye başladı. Kırk beş-elli yaşlarında, irice gözlü, hafif şişman, saçları yer yer ağarmış bir adam açtı kapıyı. Delikanlının halinden kötü bir şeyler olduğunu sezinleyerek;
- Hayırdır evlat, dedi, sen kimsin?
Bizimki kendini tanıtıp olan-biteni anlatmaya başlayınca, adam ellerini dudaklarına götürüp:
- Sus, dedi, aman bir duyan olmasın! Gel içeri gir önce.
Hemen bir kazma kürek getirdi. Evin arka tarafındaki lale bahçesine aceleyle bir çukur kazdılar. Gecenin karanlığında çuvalı çukura koyup, üstünü toprakla kapattılar. Taze toprağın üstüne de biraz öteden söktüğü lale fidanlarını dikti adam. Delikanlı elini-yüzünü yıkarken ona yatacak yer hazırladı.
- Bu gece kal evlat, diyordu, ne olur ne olmaz, sabah olsun gidersin...
Delikanlı adama hayranlıkla bakıyor, kendi dostlarını düşünüp, işte, diyordu, işte gerçek dost!
Bütün ısrarlara rağmen gitmek için müsaade almayı başardı. Bir an önce eve dönüp, babasına, sen haklıymışsın, demek istiyordu.
Yorgundu delikanlı. Omuzunda çuval yoktu artık, ama o yorgundu. Bu bir tek gecede bütün dostlarını tanıyıvermişti. Yürüyordu. Bir günde birkaç yıl büyümüştü sanki. Uzaktan evlerinin ışığını gördü. Biraz daha yaklaşınca pencerenin önündeki karaltının babası olduğunu fark etti. Koşarak ellerine sarıldı babasının.
- Haklıymışsın, dedi, gerçek dost başka bir şey, sen haklıymışsın...
Olan-biteni gülerek dinledi adam.
- Dur bakalım, dedi, bu kadar acele etme, hele bir yarın olsun...
Ertesi gün öğlen vakti baba dostunun evine doğru yürürken utanıyordu delikanlı. Bunu nasıl yapacaktı? Babasının neden böyle bir şey istediğine anlam veremiyordu. Gidip o adama herkesin içinde bir tokat atacaktı! Ses çıkarmazsa biraz daha hırpalayacaktı. İyi ama babası neden böyle bir şey yapmasını istemiş olabilirdi? Böyle yaparak neyi anlayacaklardı?
Evin olduğu sokağa geldiğinde işinin biraz daha zor olacağını fark etti. Yüzü kızardı birden. Caminin köşesini dönerken, avluda birilerinin oturduğunu görmüştü. Babasının dostu az sonra olacaklardan habersiz, birkaç ihtiyarla sohbet ederek ezanı bekliyordu.
Cami avlusunda oturanlara doğru yürüdü. Yüzünün, kulaklarının yandığını hissediyordu. Yaklaşıp, oradakilerin şaşkın bakışları arasında adamcağıza bir tokat vurdu. Ama adam bırakın karşılık vermeyi, ses bile çıkarmadı. Bir kez daha kendinden utandı delikanlı ama henüz işi bitmemişti. Tartaklamaya başladı adamı, bir tokat daha vurdu. Adam bir şeyler anlamıştı sanki. Delikanlıyı kollarından tutup kendine doğru çekerek kulağına fısıldadı:
- Evlat, var git babana selam söyle. Biz öyle birkaç tokada lale bahçesini bozmayız...
26 Ekim 2009 Pazartesi
Ayakkabıcı
Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.
Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrini işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
- İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.
Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. ‘Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.
Her rüzgar savuracak bir toz bulur,
Her hayat yaşanacak bir can bulur,
Her umut gerçekleşecek bir düş bulur
Bulunmayacak tek şey senin benzerindir
TANRI MISAFIRI
Evvel zaman içinde batıda bir köy varmış. Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü yaşarmış. İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı inançsızlarındanmış. Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş. Gel zaman git zaman bizim inançsız Ali Mahmut bir gün Hakk'ın rahmetine kavuşmuş.
Köyün imamı:
-"Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş.
Köy halkı da:
-"Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar.
Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen Hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan, köylülerin "İşdeli İsmail" diye andıkları köylüye haber vermiş.
İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş ama yine de o köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi evinin yakınlarında bir yere gömmüş. O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi ve tüm cemaat
uykularında aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut cennette çok iyi bir yer de keyif yapıyormuş. Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi Efendi'yi de alıp sabah karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanına gelmişler. İmam sormuş:
- "Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu inançsız Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti, kabirinde bu kadar rahat ediyor?" İsmail Efendi:
- "Vallahi ben bir şey yapmadım, rahmetliyi gömdüm. Sonra da yüzümü gökyüzüne çevirip;
- Allah'ım bazen soğuk kış gecelerinde, bazen sıcak yaz günlerinde insanlar kapımı çaldı ve biz "Tanrı misafiriyiz" dediler. Ben de senin misafirlerini en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri, güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim. Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum, sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu?" dedim.
24 Ekim 2009 Cumartesi
KİŞİLİK
Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...
Padişah'ın İşi Ne Ki!
Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
>Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir. isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.
- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm.
- Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
- Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?
17 Ekim 2009 Cumartesi
Su Gibi Ol
SU OL
Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez. İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Seni dinlemeyenlere de sesini duyuramazsın.
Unutma; Bağırdığında daha çok dinlenmezsin. Gürültünün parçası olursun sadece! Dikkat et; Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler.
Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadılar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için gittiler ve ihtiyaçlarını öyle giderdiler. Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda.
Sen, hep bir su olduğunu gene düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez. Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Su gibi yaşatıcı ol; Yıkıcı, kırıcı, sürükleyici, öldürücü değil! Sen bir su ol. Rahmet ol; Tarlalarını basma insanların, yıkma yuvalarını, söndürme ocaklarını, söndürme ki sana "felaket" denmesin!
Su isen bir bardağa sığabil ki; Damarlara giresin! Su; Yüce Tanrı'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri. Suya benzediğini unutma! Su gibi faydalı, su gibi lüzumlu, su gibi özel, su gibi güzel, bitmez-tükenmez olduğunu da unutma! Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparabileceğini de hatırla. Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler, ovalar varken, bunca akabildiğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini, bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene.
Ve yaşarsın dünya yaşadığı müddetçe. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun, tıpkı seller, afetler gibi. Tercih "senin" ellerinde artık. Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrene! Ama yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini.
Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini. Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu. Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın.
Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin! Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da gelmek zorunda!.."
Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil. Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç? Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler Beyni olan her yaratık gibi ! Hadi...
Sen şimdi tekrar "su olduğunu" düşün ve kendini "su gibi" hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla. Ama yine su gibi "küçük bir bardağın içine" sığdır ki kendini; Girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver. Vazgeçilmez ol !Sakın unutma; İki şey asıldır varoluşta, "KİN TUTMA, ve ASLA SEVGİYİ UNUTMA"!..
Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez. İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Seni dinlemeyenlere de sesini duyuramazsın.
Unutma; Bağırdığında daha çok dinlenmezsin. Gürültünün parçası olursun sadece! Dikkat et; Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler.
Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadılar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için gittiler ve ihtiyaçlarını öyle giderdiler. Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda.
Sen, hep bir su olduğunu gene düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez. Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Su gibi yaşatıcı ol; Yıkıcı, kırıcı, sürükleyici, öldürücü değil! Sen bir su ol. Rahmet ol; Tarlalarını basma insanların, yıkma yuvalarını, söndürme ocaklarını, söndürme ki sana "felaket" denmesin!
Su isen bir bardağa sığabil ki; Damarlara giresin! Su; Yüce Tanrı'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri. Suya benzediğini unutma! Su gibi faydalı, su gibi lüzumlu, su gibi özel, su gibi güzel, bitmez-tükenmez olduğunu da unutma! Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparabileceğini de hatırla. Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler, ovalar varken, bunca akabildiğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini, bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene.
Ve yaşarsın dünya yaşadığı müddetçe. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun, tıpkı seller, afetler gibi. Tercih "senin" ellerinde artık. Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrene! Ama yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini.
Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini. Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu. Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın.
Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin! Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da gelmek zorunda!.."
Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil. Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç? Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler Beyni olan her yaratık gibi ! Hadi...
Sen şimdi tekrar "su olduğunu" düşün ve kendini "su gibi" hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla. Ama yine su gibi "küçük bir bardağın içine" sığdır ki kendini; Girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver. Vazgeçilmez ol !Sakın unutma; İki şey asıldır varoluşta, "KİN TUTMA, ve ASLA SEVGİYİ UNUTMA"!..
Etiketler:
beklenen.hikaye,
değil,
gibi,
mevlana.şiir,
ol,
su,
yapıcı,
yıkıcı
15 Ekim 2009 Perşembe
Yedinci Cadde
Bedirhan Gökçe - Yedinci Cadde
Sen gittin ne varsa gitti senle beraber..
Çünkü seni sevmekle başlamıştı herşey..
Aşka kelepçe vurulmaz amirim.. İşte ellerim..
Başkenti ben vurdum..suçluyum..
Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe durmuş..
Saatler çoktan akşam olmuştu..
Bilirsin 7.caddenin delikanlıları başka olur..
Daha doğrusu 7.cadde başkadırda..
Delikanlılar ona ayak uydurur..
Henuz ilk voltada oltayla yanakları yırtılan..
Bir balik gibi kaliverdim ortada..
Aşk buysa.. Adı Zehra..
Üniversite yılları o zamanlar gurbet bi yanda ağlar..
Sıla bir yanda,, anam doktor oğluna kız arar..
Oysa daha aç yatılıp, tok kalkılan sabahlar..
Babam sıkıntı çekmesin diye harçlık..
Tasaarufunda dar zamanlar..
Ama yiğitlik var serde..
Anadolu delikanlısını kim yıkar..
Üstelik milat daha Zehra´yken amirim..
Anadolu delikanlısını kim yıkar...
Ömer önce doktor olacak, sonra baba..
Zehra önce avukat olacak, sonra anne..
Zehra´dan öncesi, deli Ömer..
Zehra´dan sonrası,dert keder..
Aşk denen ok düşünce yüreğe..
Zaman toz olurmuş, meğer sevilenin ayak izinde..
Mekan denen, köz külleriyle gömülürmüş ezele..
Seven sevilen tek hecede aradan çıkarmış, herşey sessizce..
Böyle başladı, işte amirim.. Böyle böyle başladı..
Davullar böyle.. Sözler böyle başladı Türkiye
Yer sarsıldı, halaydan gök indi..
Dünya evine giren kimdi? Kimdi çıkan amirim..
Böyle başladı..silahlar böyle patladı..
Avuç içlerine yakılan kına kan oldu, içtik kana kana..
Nasıl oldu anlamadık.. Kor değil kor değil
Gözleri sonuna kadar açıktı..kurşun
Önce duvağına değdi Zehra’mın..
Sonra duvağını deldi..doktordum ama..
Yetişemedim hastahaneye..
Bir oğlan, bir kız düşlerken..
Düğün gecesi toprağa verdik Zehram’ı işte..
Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe dönmüştü..
Saatler çoktan akşam olmuştu..
Ömer yine delirmiş, milattan önceye dönmüştü..
Töre düğünde göğü vurmaksa.. Gök vurulmuş..
Zehra’m kandan gelinliğiyle,toprağa doymuştu..
Bunuda böyle yaz amirim..bunuda böyle yaz..
Aşka kelepçe vurulmaz.. İşte başkenti ben vurdum..
Suçluyum.. Töreyi bu ellerle.. Ellerimle boğdum..
7.caddede ben ölü kalbi elinde artık serseri bir kurşun..
Kim olsa vururdum amirim.. Kim vursa ölürdüm amirim..
Can düştü, kara toprağa, cananım düştü
Kurşunlar gökte dağıldı, baharım düştü
Aşka kelepçe vurulmaz vurulmaz gayri
Cananım toprağa düştü, toprağa düştü
Gelinlik kefene döndü, kefene döndü...
Sen gittin ne varsa gitti senle beraber..
Çünkü seni sevmekle başlamıştı herşey..
Aşka kelepçe vurulmaz amirim.. İşte ellerim..
Başkenti ben vurdum..suçluyum..
Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe durmuş..
Saatler çoktan akşam olmuştu..
Bilirsin 7.caddenin delikanlıları başka olur..
Daha doğrusu 7.cadde başkadırda..
Delikanlılar ona ayak uydurur..
Henuz ilk voltada oltayla yanakları yırtılan..
Bir balik gibi kaliverdim ortada..
Aşk buysa.. Adı Zehra..
Üniversite yılları o zamanlar gurbet bi yanda ağlar..
Sıla bir yanda,, anam doktor oğluna kız arar..
Oysa daha aç yatılıp, tok kalkılan sabahlar..
Babam sıkıntı çekmesin diye harçlık..
Tasaarufunda dar zamanlar..
Ama yiğitlik var serde..
Anadolu delikanlısını kim yıkar..
Üstelik milat daha Zehra´yken amirim..
Anadolu delikanlısını kim yıkar...
Ömer önce doktor olacak, sonra baba..
Zehra önce avukat olacak, sonra anne..
Zehra´dan öncesi, deli Ömer..
Zehra´dan sonrası,dert keder..
Aşk denen ok düşünce yüreğe..
Zaman toz olurmuş, meğer sevilenin ayak izinde..
Mekan denen, köz külleriyle gömülürmüş ezele..
Seven sevilen tek hecede aradan çıkarmış, herşey sessizce..
Böyle başladı, işte amirim.. Böyle böyle başladı..
Davullar böyle.. Sözler böyle başladı Türkiye
Yer sarsıldı, halaydan gök indi..
Dünya evine giren kimdi? Kimdi çıkan amirim..
Böyle başladı..silahlar böyle patladı..
Avuç içlerine yakılan kına kan oldu, içtik kana kana..
Nasıl oldu anlamadık.. Kor değil kor değil
Gözleri sonuna kadar açıktı..kurşun
Önce duvağına değdi Zehra’mın..
Sonra duvağını deldi..doktordum ama..
Yetişemedim hastahaneye..
Bir oğlan, bir kız düşlerken..
Düğün gecesi toprağa verdik Zehram’ı işte..
Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe dönmüştü..
Saatler çoktan akşam olmuştu..
Ömer yine delirmiş, milattan önceye dönmüştü..
Töre düğünde göğü vurmaksa.. Gök vurulmuş..
Zehra’m kandan gelinliğiyle,toprağa doymuştu..
Bunuda böyle yaz amirim..bunuda böyle yaz..
Aşka kelepçe vurulmaz.. İşte başkenti ben vurdum..
Suçluyum.. Töreyi bu ellerle.. Ellerimle boğdum..
7.caddede ben ölü kalbi elinde artık serseri bir kurşun..
Kim olsa vururdum amirim.. Kim vursa ölürdüm amirim..
Can düştü, kara toprağa, cananım düştü
Kurşunlar gökte dağıldı, baharım düştü
Aşka kelepçe vurulmaz vurulmaz gayri
Cananım toprağa düştü, toprağa düştü
Gelinlik kefene döndü, kefene döndü...
Bir Organ Nakli Gibi Sevmiştim Seni
Bir organ nakli gibi sevmiştim seni;
Çürük gözlerine bağışlanan ellerim,
Yırtık dudaklarına bağışlanan şiirlerim..
Darmadağın kadınların,darmadağın ettiği erkekler gibi
Sevmiştim seni...
Çok eskitilmiş bir aşkın hatırlanması,
Sevgilinin resmi karşısında çocuksu bir iç kanaması
Aslında işin açıkçası;
Rüzgarın fırtınaya dönüşmesi gibi
Hayatına yönelik bombalı bir saldırı gibi
Geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi
Sevmiştim seni...
Ruhum kan kaybederken nasıl tutarım seni şimdi deniz gibi,
Neticesi olmayan herhangi bir sebep gibi
Ortalık yerde durup dururken
Sevmiştim seni...
Atlara kalırsa çoktan kaybettik savaşı,
Mızraklar kırıldı,kalkanlar delindi,ganimetler paylaşıldı.
Kasaba meydanında birbirini dövmekten
Yorulan iki kovboy gibi,
Bir tabancanın namlusuyla tetiğiyle,
Kendisinden farklı,
Kendisinden ayrı,
Bir silahın şarjöründe tanışan iki soğuk mermi gibi,
Aynı bedene sıkılan iki el kurşun gibi,
Katille kurban arasında o birkaç saniyelik telaşla
Sevmiştim Seni...
Küçük İskender
Etiketler:
bir,
gibi,
mevlana.şiir,
nakli,
organ,
senin.yüreğin,
sevmiştim
14 Ekim 2009 Çarşamba
Umuda ölüm
Umuda bin kurşun sıksada ölüm, unutma
Umuda kurşun işlemez gülüm
Alsada çukuruna bizi ölüm
Hatırla ki fidanlar çukurlarda
Büyür gülüm
Umuda kurşun işlemez gülüm
Alsada çukuruna bizi ölüm
Hatırla ki fidanlar çukurlarda
Büyür gülüm
11 Ekim 2009 Pazar
Senin Yüreğin(Süper tek kelime ile)
Düşüncelerin değişebilir zamanla. Onun için yüreğinle konuşacaksın sevdiğin insanla ve dostlarınla.İçinden ne geliyorsa doğru olan odur çünkü. Karşındakini yaralamayacak sözler onlardır. Temiz bir yürek taşıyorsun sen. Ve o yürek kendinden başka hiç bir şeyi yakmaz. Yaralamaz o yürek, incitmez, acıtmaz. Zehir değil göz yaşı üretebilir ancak. Çok iyi bir rehberdir senin yüreğin. Neyin en doğru olduğunu o söyler sana. Yanlış yollara girip kaybolmamak için sadece onun sesini dinlemen yeter. alan değil verendir senin yüreğin. Ve ancak vererek sevebileceğini söyler sana. Bekletmez senin yüreğin. Olması gereken yerde olmasını bilir. Hiç bitmeyecek bir bahar barındırır senin yüreğin. İçinde her zaman çiçeklere yer vardır. İşte bunun için solmaz yüreğin, katılaşmaz. Hayatın enerjisini taşır. Taşıdığı pozitif enerjiyle sarıp sarmalar çevresini. Somurtmak yerine gülücüklerle bakmanı sağlar hayata yüreğin senin. Kin, intikam, bencillik barınamaz senin yüreğinde. Hayatta senin yüce***açların olduğunu fısıldar kulağına yüreğin. Ve onun için durmaksızın çalışmanı. üç kuruşluk çıkarlara teslim olacak değildir senin yüreğin. şefkatlidir. Yumuşaktır. Sararır bütün benliğiyle, sarılmayı hakedecek olanı. Kötülük tohumları yeşermez senin yüreğinde. Ağlatan değil güldürendir çünkü o. Kendini anlatıp durmayı sevmez senin yüreğin. Mesajların gözlerine iletir yeri geldiğinde. Demem o ki susacaksın. Ve gözlerin konuşacak. Ve gözlerin sadece ve sadece yüreğinden gelenleri söleyecek!!!
Şayet seni seven biri yalan söylemişse yürüyüp git. Sevenin yalana ihtiyacı yoktur çünkü. Şayet seni seven biri sevgisini kıskançlığa neden göstererek hayatını zorlaştırıyorsa yürü git. Şayet seni seven biri bu sevgisini şartlara bağlamışsa yürü git. Sevgide şart yoktur çünkü. Şayet seni seven biri "sesni seviyorum çünkü sen benim için şunları yaptın" diyorsa yine yürü git. Sevginin çünkülere ihtiyacı yoktur . Seni sevenler sadece sen olduğun için sevsin. Şayet seni seven biri bir zamanlar hiç hiç sorun yapmadığı özelliklerin hakkında eleştiriye başlamışsa yürü git. O, seni olduğun gibi sevmemiştir çünkü. Şayet seni seven biri dost çevrenden hobilerinden hayallerinden koparmaya çalışıyorsa seni yürü git. O seni küçültürek cebine koymaya çalışan zavallı bir bencildir çünkü. Şayet seni seven biri sana hayat alanı çizmeye kalkıyorsa yürü git. O alanı belirlemek sadece sana verilmiş bir haktır çünkü. Şayet seni seven biri sıradan bir tartışmanızda bile ağzını bozuyorsa yürü git. Seven biri koşullar ne kadar çetin olursa olsun kıyamayandır çünkü. Şayet seni seven biri kişiliğinden kaynaklana hatalar yaptığında intikam yeminleri ediyorsa yürü git. Hataya intikamla yanıt verilmez çünkü. Bir ilişkiyi yürütmek zor değildir aslında. o ilişkiyi çok iyi okursan eğer.
Çevrene pozitif enerji yayan birisin ve daha dikkatli olacaksın. Kafalarında yarattıkları saçma bir dünyayı senin kafana geçirerek enerjini çalmalarına izin vermeyeceksin.Hayatta sadece sorunların olduğunu düşünenleri anlamak zorunda bırakmayacaksın kendini. Hayatın bir mucize olduğunu şiir gibi güzellikleri bağrında taşıdığını hayatın her insana göre bir şekilde gülümsediğini anlamayanlarla uğraşmayacaksın. İlişkilerinde sadece sorunlarını dile getiren yaşadıkları onca güzelliği yok sayan insanlarla bir dakikanı bile ayırmayacaksın. Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde konuşmaya kalkanları susturacaksın. Değerinin farkında olmayanlardan uzak duracaksın. Değerini bilerek yok saymaya çalışanlara da hadlerini bildireceksin. Fındık kabuğunu doldurmayan işlerle boğuşmanı sağlamaya çalışan insanları sileceksin defterinden. Gülüşlerini çalmaya kalkanları çıkaracaksın hayatından. İlişkileri bir yük haline getirenleri uzaklaştıracaksın yanından ve ilişkinin mutluluk getirmesini yasacaksın kafanda. Onca yılını vererek ışıl ışıl bir enerji deposuna çevirdiğin beyninin düşünürek beyinsizlere ezdirmeyeceksin kendini...(alıntı)
Şayet seni seven biri yalan söylemişse yürüyüp git. Sevenin yalana ihtiyacı yoktur çünkü. Şayet seni seven biri sevgisini kıskançlığa neden göstererek hayatını zorlaştırıyorsa yürü git. Şayet seni seven biri bu sevgisini şartlara bağlamışsa yürü git. Sevgide şart yoktur çünkü. Şayet seni seven biri "sesni seviyorum çünkü sen benim için şunları yaptın" diyorsa yine yürü git. Sevginin çünkülere ihtiyacı yoktur . Seni sevenler sadece sen olduğun için sevsin. Şayet seni seven biri bir zamanlar hiç hiç sorun yapmadığı özelliklerin hakkında eleştiriye başlamışsa yürü git. O, seni olduğun gibi sevmemiştir çünkü. Şayet seni seven biri dost çevrenden hobilerinden hayallerinden koparmaya çalışıyorsa seni yürü git. O seni küçültürek cebine koymaya çalışan zavallı bir bencildir çünkü. Şayet seni seven biri sana hayat alanı çizmeye kalkıyorsa yürü git. O alanı belirlemek sadece sana verilmiş bir haktır çünkü. Şayet seni seven biri sıradan bir tartışmanızda bile ağzını bozuyorsa yürü git. Seven biri koşullar ne kadar çetin olursa olsun kıyamayandır çünkü. Şayet seni seven biri kişiliğinden kaynaklana hatalar yaptığında intikam yeminleri ediyorsa yürü git. Hataya intikamla yanıt verilmez çünkü. Bir ilişkiyi yürütmek zor değildir aslında. o ilişkiyi çok iyi okursan eğer.
Çevrene pozitif enerji yayan birisin ve daha dikkatli olacaksın. Kafalarında yarattıkları saçma bir dünyayı senin kafana geçirerek enerjini çalmalarına izin vermeyeceksin.Hayatta sadece sorunların olduğunu düşünenleri anlamak zorunda bırakmayacaksın kendini. Hayatın bir mucize olduğunu şiir gibi güzellikleri bağrında taşıdığını hayatın her insana göre bir şekilde gülümsediğini anlamayanlarla uğraşmayacaksın. İlişkilerinde sadece sorunlarını dile getiren yaşadıkları onca güzelliği yok sayan insanlarla bir dakikanı bile ayırmayacaksın. Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde konuşmaya kalkanları susturacaksın. Değerinin farkında olmayanlardan uzak duracaksın. Değerini bilerek yok saymaya çalışanlara da hadlerini bildireceksin. Fındık kabuğunu doldurmayan işlerle boğuşmanı sağlamaya çalışan insanları sileceksin defterinden. Gülüşlerini çalmaya kalkanları çıkaracaksın hayatından. İlişkileri bir yük haline getirenleri uzaklaştıracaksın yanından ve ilişkinin mutluluk getirmesini yasacaksın kafanda. Onca yılını vererek ışıl ışıl bir enerji deposuna çevirdiğin beyninin düşünürek beyinsizlere ezdirmeyeceksin kendini...(alıntı)
9 Ekim 2009 Cuma
Büyük Taşlar
Kellog Business School’da ( Northwestern Üniversitesi )” iş idaresi” master öğrencileri ile “zaman yönetimi” dersi profesörü arasında geçer:
Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra,”Bugün “zaman yönetimi” konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi.Kürsüye yürüdü ,kürsünün altında daha önce yaptığı hazırlığı duruyordu…Önce kocaman bir kavanoz çıkarttı, arkasından da kürsünün altında sırasını bekleyen bir düzine yumruk büyüklüğünde taş…Taşları büyük bir dikkat ve özenle kavanozun içine yerleştirmeye başladı…Kavanozun daha başka taş alamayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan ve kafalarıyla da onaylayarak “Doldu” diye cevapladılar…
Profesör, “Öyle mi?” dedi, kendinden emin ve alaycı bir bakışla…Ve hemen kürsünün altına eğilerek bir kova dolusu küçük çakıl çıkarttı.Sonra da çakıl taşlarını kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak çakıl taşlarının boşluklara yerleşmesini sağladı.
Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. İçlerinden biri şaşkın bir şekilde bakarak “Dolmadı heralde” diye cevap verdi.
“Doğru” dedi profesör ve yine kürsünün altına eğildi, bu sefer elinde bir kova kum vardı…Yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla çakılların arasına nüfuz edene kadar döktü…
Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Tüm öğrenciler deneyin akış yönünü yakalamışçasına hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.
“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.
Sonra öğrencilerine dönerek, “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu.
Olayı çözdüğünü hisseden uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır.” diye atıldı…
“Hayır” dedi profesör, “bu deneyin esas anlatmak istediği; eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar?”… “Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki birkaçı, belki de hepsi!.. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki, büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz bir daha hiç koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.”
Ders bitmişti, profesör sessizlik içine dalan öğrencilerini sınıfta bırakarak çıktı. Koridorda hızlı ve emin adımlarla uzaklaşan ayak sesleri önce zayıfladı, sonra da duyulmaz oldu…
Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra,”Bugün “zaman yönetimi” konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi.Kürsüye yürüdü ,kürsünün altında daha önce yaptığı hazırlığı duruyordu…Önce kocaman bir kavanoz çıkarttı, arkasından da kürsünün altında sırasını bekleyen bir düzine yumruk büyüklüğünde taş…Taşları büyük bir dikkat ve özenle kavanozun içine yerleştirmeye başladı…Kavanozun daha başka taş alamayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan ve kafalarıyla da onaylayarak “Doldu” diye cevapladılar…
Profesör, “Öyle mi?” dedi, kendinden emin ve alaycı bir bakışla…Ve hemen kürsünün altına eğilerek bir kova dolusu küçük çakıl çıkarttı.Sonra da çakıl taşlarını kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak çakıl taşlarının boşluklara yerleşmesini sağladı.
Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. İçlerinden biri şaşkın bir şekilde bakarak “Dolmadı heralde” diye cevap verdi.
“Doğru” dedi profesör ve yine kürsünün altına eğildi, bu sefer elinde bir kova kum vardı…Yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla çakılların arasına nüfuz edene kadar döktü…
Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Tüm öğrenciler deneyin akış yönünü yakalamışçasına hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.
“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.
Sonra öğrencilerine dönerek, “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu.
Olayı çözdüğünü hisseden uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır.” diye atıldı…
“Hayır” dedi profesör, “bu deneyin esas anlatmak istediği; eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar?”… “Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki birkaçı, belki de hepsi!.. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki, büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz bir daha hiç koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.”
Ders bitmişti, profesör sessizlik içine dalan öğrencilerini sınıfta bırakarak çıktı. Koridorda hızlı ve emin adımlarla uzaklaşan ayak sesleri önce zayıfladı, sonra da duyulmaz oldu…
Etiketler:
beklenen.hikaye,
büyük,
hayatı,
profesör,
taş
Kaydol:
Yorumlar (Atom)























