26 Ekim 2009 Pazartesi

Ayakkabıcı



Ayakkabıcı, yeni getirdiği malları vitrine yerleştirirken, sokaktaki bir çocuk onu izlemekteydi. Okullar kapanmak üzere olduğundan, spor ayakkabılara rağbet fazlaydı. Gerçi mallar lüks sayılmazdı; ama küçük bir dükkan için yeterliydi. Onların en güzelini ön tarafa koyunca, çocuk vitrine doğru biraz daha yaklaştı. Fakat bir koltuk değneği kullanmaktaydı. Hem de güçlükle.
Adam ona bir kez daha göz attı. Üstündeki pantolonun sol kısmı, dizinin alt kısmından sonra boştu. Bu yüzden de sağa sola uçuşuyordu. Çocuğun baktığı ayakkabılar, sanki onu kendinden geçirmişti. Bir müddet öyle durdu. Daldığı hülyadan çıkıp yola koyulduğunda, adam dükkandan dışarı fırlayıp:
- Küçük!. diye seslendi. Ayakkabı almayı düşündün mü? Bu seneki modeller bir harika!.
Çocuk, ona dönerek:
- Gerçekten çok güzeller!. diye tebessüm etti. Ama benim bir bacağım doğuştan eksik.
- Bence önemli değil!. diye atıldı adam. Bu dünyada her şeyiyle tam insan yok ki!. Kiminin eli eksik, kiminin de bacağı. Kiminin de aklı ya da vicdanı. Küçük çocuk, bir şey söylemiyordu. Adam ise konuşmayı sürdürdü:
- Keşke vicdanımız eksik olacağına, ayaklarımız eksik olsa idi.
Çocuğun kafası iyice karışmıştı. Bu sefer adama doğru yaklaşıp:
- Anlayamadım!. dedi. Neden öyle olsun ki?
- Çok basit!. dedi, adam. Eğer vicdan yoksa, cennete giremeyiz. Ama ayaklar yoksa, problem değil. Zaten orada tüm eksiklikler tamamlanacak.
Hatta sakat insanlar, sağlamlara oranla daha fazla mükafat görecekler...
Küçük çocuk, bir kez daha tebessüm etti. O güne kadar çektiği acılar, hafiflemiş gibiydi. Adam, vitrini işaret ederek:
- Baktığın ayakkabı, sana yakışır!. dedi. Denemek ister misin?
Çocuk, başını yanlara sallayıp:
- Üzerinde 30 lira yazıyor, dedi. Almam mümkün değil ki!.
- İndirim sezonunu, senin için biraz öne alırım!. dedi adam. Bu durumda 20 liraya düşer. Zaten sen bir tekini alacaksın, o da 10 lira eder.
Çocuk biraz düşünüp:
- Ayakkabının diğer teki işe yaramaz!. dedi. Onu kim alacak ki?
- Amma yaptın ha!. diye güldü adam. Onu da sağ ayağı eksik olan bir çocuğa satarım. Küçük çocuğun aklı, bu sözlere yatmıştı. Adam, devam ederek:
- Üstelik de öğrencisin değil mi? diye sordu.
- İkiye gidiyorum!. diye atıldı çocuk. Üçe geçtim sayılır.
- Tamam işte!. dedi adam. 5 Lira da öğrenci indirimi yapsak, geri kalır 5 lira. O da zaten pazarlık payı olur. Bu durumda ayakkabı senindir, sattım gitti!. Ayakkabıcı, çocuğun şaşkın bakışları arasında dükkana girdi. İçerideki raflar, onun beğendiği modelin aynısıyla doluydu. Ama adam, vitrinde olanı çıkarttı. Bir tabure alıp döndükten sonra çocuğu oturtup yeni ayakkabısını giydirdi. Ve çıkarttığı eskiyi göstererek.
- Benim satış işlemim bitti!. dedi. Sen de bana, bunu satsan memnun olurum.
Şaka mı yapıyorsunuz? diye kekeledi çocuk. Onun tabanı delinmek üzere. Eski bir ayakkabı, para eder mi?
- Sen çok câhil kalmışsın be arkadaş.. dedi, adam. Antika eşyalardan haberin yok herhalde. Bir antika ne kadar eski ise o kadar para tutar. Bu yüzden ayakkabın, bence en az 30-40 lira eder.
Küçük çocuk, art arda yaşadığı şokları üzerinden atabilmiş değildi. Mutlaka bir rüyada olmalıydı. Hem de hayatındaki en güzel rüya. Adamın, heyecandan terleyen avuçlarına sıkıştırdığı kağıt paralara göz gezdirdikten sonra, 10 liralık banknotu geri vererek:
- Bana göre 20 lira yeterli.. dedi. İndirim mevsimini başlattınız ya!..
Adam onu kıramayıp parayı aldı. Ve bu arada yanağına bir öpücük kondurdu. Her nedense içi içine sığmıyordu. Eğer bütün mallarını bir günde satsa, böyle bir mutluluğu bulamazdı. Çocuk, yavaşça yerinden doğruldu. Sanki koltuk değneğine ihtiyaç duymuyordu. Sımsıcak bir tebessümle teşekkür edip:
- Babam haklıymış!. dedi. ‘Sakat olduğum için üzülmeme hiç gerek yok!' demişti.
        Her rüzgar savuracak bir toz bulur,

        Her hayat yaşanacak bir can bulur,
        Her umut gerçekleşecek bir düş bulur
        Bulunmayacak tek şey senin benzerindir 

TANRI MISAFIRI



Evvel zaman içinde batıda bir köy varmış. Köyde pek namazı niyazı olmayan Ali Mahmut diye bir köylü yaşarmış. İşin doğrusu Ali Mahmut dönemin sayılı inançsızlarındanmış. Köyün imamı da, cemaat de bu durumdan pek hoşnut değillermiş. Gel zaman git zaman bizim inançsız Ali Mahmut bir gün Hakk'ın rahmetine kavuşmuş.
Köyün imamı:
-"Ben bu adamın cenaze namazını kılmam" diye diretmiş.
Köy halkı da:
-"Allah'a inanmıyordu biz bu herifi gömmeyiz" diye tutturmuşlar.
Durumu gören köyün yaşlılarından Müzeyyen Hanım, köyün dışındaki tepelerden birinde, tek başına yaşayan, köylülerin  "İşdeli İsmail" diye andıkları köylüye haber vermiş.
    İsmail'in de pek namazla ilgisi yokmuş ama yine de o köye gitmiş cenazeyi almış ve kendi  evinin yakınlarında bir yere gömmüş. O akşam imam Nazmi efendi, müezzin Mustafa efendi ve  tüm cemaat
uykularında aynı rüyayı görmüşler. Ali Mahmut  cennette çok iyi bir yer de keyif yapıyormuş. Sabah herkes birbirine rüyayı anlatmış. İmam, müezzin yanlarına bekçi Şinasi Efendi'yi de alıp sabah karanlığında yola çıkıp öğleye doğru İsmail'in yanına gelmişler. İmam sormuş:
- "Kardeşim sen nasıl bir dua ettin ki bu inançsız Allah katında bu kadar iyi bir yere gitti, kabirinde bu kadar rahat ediyor?" İsmail Efendi:
- "Vallahi ben bir şey yapmadım, rahmetliyi gömdüm. Sonra da yüzümü gökyüzüne çevirip;
- Allah'ım bazen soğuk kış gecelerinde, bazen  sıcak yaz günlerinde insanlar kapımı  çaldı ve biz "Tanrı misafiriyiz" dediler. Ben de senin misafirlerini  en iyi şekilde ağırladım. Misafirleri, güvenip bana gönderdiğin için onlara da neyim varsa yoksa yedirdim. Ben sana ilk defa bir misafir yolluyorum, sen de benim güvenimi boşa çıkarma olur mu?" dedim.

24 Ekim 2009 Cumartesi

KİŞİLİK



Sınıf, öğrencilerin gürültü patırtısıyla sallanırken sert görünümlü hoca kapıda beliriyor. Sınıfa bir bakış atıp kürsüye geçiyor.
Tebeşirle tahtaya kocaman bir (1) rakamı çiziyor.
"Bakın" diyor. "Bu, kişiliktir. Hayatta sahip olabileceğiniz en değerli şey..."
Sonra (1)'in yanına bir (0) koyuyor:
"Bu, başarıdır. Başarılı bir kişilik (1)'i (10) yapar".
Bir (0) daha...
"Bu, tecrübedir. (10) iken (100) olursunuz".
Sıfırlar böyle uzayıp gidiyor:
Yetenek... disiplin... sevgi...
Eklenen her yeni (0)' ın kişilişi 10 kat zenginleştirdiğini anlatıyor hoca... Sonra eline silgiyi alıp en baştaki (1)'i siliyor. Geriye bir sürü sıfır kalıyor. Ve Hoca yorumu patlatıyor:
"Kişiliğiniz yoksa, öbürleri hiçtir".
Sınıf, mesajı alıp sessizliğe gömülür...

Padişah'ın İşi Ne Ki!




Sultan Murad Han o gün bir hoş"tur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister sonra vazgeçer.
Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
- Hayrola efendim, canınızı sıkan bir şey mi var?
- Akşam garip bir rüya gördüm.
- Hayırdır inşallah?..
- Hayır mı şer mi öğreneceğiz.
- Nasıl yani?
- Hazırlan, dışarı çıkıyoruz.
>Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki, padişah hâlâ gördügü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri, kararlı adımlarla Beyazıt'a çıkar, döner Vefa'ya, Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatle bakınır. İşte tam o sırada yerde yatan bir ceset gözlerine batar, sorarlar;
- Kimdir bu?
Ahali: - Aman hocam hiç bulaşma, derler.
Ayyaşın meyhusun biri işte!..
- Nerden biliyorsunuz?
- Müsaade et de bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz...
Bir başkası tafsilata girer;
- Biliyor musunuz, der. Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısı'nda çalışır. Nalının hasını yapar... Ancak kazandıklarını içkiye, fuhuşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem de nerde namlı mimli kadın varsa takar peşine.. Hele yaşlının biri çok öfkelidir.  isterseniz komşulara sorun, der. Sorun bakalım onu bir cemaatte gören olmuş mu?.. Hasılı, mahalleli döner ardını gider. Bizim tedbili kiyafet mollalar kalırlar mı ortada!..
Tam vezir de toparlanıyordur ki, padişah keser yolunu :
- Nereye?
- Bilmem, bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
- Millet bu, çeker gider. Kimseye bir sey diyemem... Ama biz gidemeyiz, şöyle veya böyle tebamızdır. Defini tamamlamak gerek.

- İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
- Olmaz, rüyadaki hikmeti çözemedik daha.
- Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?
- Mollalığa devam... Naaşı kaldırmalıyız en azından.
- Aman efendim, nasıl kaldırırız?
- Basbayağı kaldırırız işte.
- Yapmayın, etmeyin sultanım, bunun yıkanması, paklanması var. Tekfini, telkini...
- Merak etme ben beceririm.
- Ama önce bir gasilhane bulmalıyız.
- Şurada bir mahalle mescidi var ama...
- Olmaz, vefat eden sen olsaydın nereden kalkmak isterdin?
- Ne bileyim, Ayasofya'dan, Süleymaniye'den, en azından Fatih Camii'nden...
- Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Hadi yüklenelim...
Ve gelirler camiye. Vezir sağa sola koşturur, kefen tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa... Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki, naaş; ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur, aydınlanır alnında. Yüzü sâkilere benzemez. Hem manâlı bir tebessüm okunur dudaklarında. Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin de keza... Mechul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine bir hayli vardır daha... Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır.
- Sultanım, der. Yanlış yapıyoruz galiba...
-- Nasıl yani?..
- Heyecana kapıldık, sorup soruşturmadan buraya getirdik cenazeyi. Kim bilir belki hanımı vardır, belki yetimleri?..
- Doğru, öyle ya, neyse... Sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim. Vezir, cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur. Nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler. Sanki bu vefatı bekler gibidir.
- Hakkını helal et evladım, der. Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker, ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar... Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, hatıralara dalar belki. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından...
- Biliyor musun oğlum? Diye dertli dertli söylenir...
- Bizim efendi bir âlemdi, vesselam... Akşamlara kadar nalın yapar... Ama birinin elinde şarap şişesi görmesin;
elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya!..
- Niye?
- Ümmeti Muhammed içmesin diye...
- Hayret...
- Sonra, malum kadınların ücretlerini öder eve getirirdi. Ben sizin zamanınızı satın aldım mı? Aldım, derdi.
Öyleyse şimdi dinlemeniz gerek... O çeker gider, ben menkîbeler anlatırdım onlara... Mızraklı ilmihal. Hucceti islam okurdum...
- Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki...
- Milletin ne sandığı umrunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. Öyle bir imamın arkasında durmalı ki, derdi. Tekbir alırken Kabe'yi görmeli...
- Öyle imam kaç tane kaldı şimdi?
- işte bu yüzden Nişancı'ya, Sofular'a uzanırdı ya... Hatta bir gün; Bakasın efendi, dedim. Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. inan cenazen kalacak ortada...
- Doğru, öyle ya?..
- Kimseye zahmetim olmasın deyip, mezarını kendi kazdı bahçeye. Ama ben üsteledim. iş mezarla bitiyor mu, dedim. Seni kim yıkasın, kim kaldırsın?
- Peki o ne dedi?
- Önce uzun uzun güldü, sonra;
- Allah büyüktür hatun, dedi. Hem padişahın işi ne?

17 Ekim 2009 Cumartesi

Su Gibi Ol


SU OL

Şimdi sen "su" olduğunu düşün. Su kadar özel, su kadar faydalı ve su kadar çok, tükenmez. İnanıyorum ki gerçekten de öylesin. Ama ister çeşmelerden dökül, ister göklerden yağ, ister nehirler dolusu ak; dibi olmayan bir kovayı dolduramazsın. Seni dinlemeyenlere de sesini duyuramazsın.

Unutma; Bağırdığında daha çok dinlenmezsin. Gürültünün parçası olursun sadece! Dikkat et; Suyun yanında olanlar suyu en az içenlerdir. "Su nasılsa burada, lüzum yok ki suyu kana kana içmeye" diye düşünürler.

Aynen, sesini sürekli duyanların seni dinlemedikleri gibi! Ormandaki hiç bir hayvan, ırmağın gürültüler koparan yerinden su içmeye çalışmadılar. Hepsi, hep sabahın en sakin anını bekledi; suyun durgun yerlerini bulabilmek için gittiler ve ihtiyaçlarını öyle giderdiler. Onlar için en uygun olan ve kendi istedikleri zamanda.

Sen, hep bir su olduğunu gene düşün. Su gibi güzel, su gibi yararlı, su gibi vazgeçilmez. Ve su gibi hayat kaynağı olduğunu düşün. Su gibi yaşatıcı ol; Yıkıcı, kırıcı, sürükleyici, öldürücü değil! Sen bir su ol. Rahmet ol; Tarlalarını basma insanların, yıkma yuvalarını, söndürme ocaklarını, söndürme ki sana "felaket" denmesin!

Su isen bir bardağa sığabil ki; Damarlara giresin! Su; Yüce Tanrı'nın insanlar için yarattığı en büyük nimetlerden biri. Suya benzediğini unutma! Su gibi faydalı, su gibi lüzumlu, su gibi özel, su gibi güzel, bitmez-tükenmez olduğunu da unutma! Ayrıca su gibi sakin olabileceğin gibi, su gibi de "kıyametler" koparabileceğini de hatırla. Unutma; Senin işin rahmet olmak, afet değil! Vadiler, ovalar varken, bunca akabildiğin; küçük ırmaklara ayırabiliyorsan kendini, bardaklara bölebiliyorsan, hayat verirsin çevrene.

Ve yaşarsın dünya yaşadığı müddetçe. Yoksa hep duyulmayan, dinlenmeyen; korkulan ve kaçılan olursun, tıpkı seller, afetler gibi. Tercih "senin" ellerinde artık. Ya tutmayı öğreneceksin dilini veya hiç durmadan konuştuğun için, sadece bomboş ve anlamsız sesler çıkartan birisi olduğunu zannettireceksin çevrene! Ama yapman gereken şu değil mi? Düşüneceksin ne zaman ne söyleyeceğini.

Düşüneceksin kimin dinleyip dinlemediğini, kimin anlayıp anlamadığını. Düşüneceksin anlatmak istediklerinin ne kadarını anlatabildiğini. Hatta anlayanların anladıklarının da senin anlattıklarının ne kadarı olduğunu. Ve konuşmak için en uygun zamanı bekleyecek, en az ama en uygun kelimeleri seçmeye çalışacaksın.

Ahmak olmayan yolcuların, önceden aldıkları biletleri ceplerinde olduğu halde, saatlerini kontrol ederek, vakit yaklaştığında, vapurun kalkacağı iskelede hazır olmaları gibi, sen de fikrini bildireceğin kişinin "kıyıya yanaşmasını" bekleyeceksin! Demeyeceksin; "Ben canım isteyince giderim iskeleye, vapur da gelmek zorunda!.."

Demeyeceksin; "Ben aklıma geleni aklıma geldiği biçimde söylerim. Karşımdaki de değil duymak, değil dinlemek, anlattığımdan bile fazlasını anlamak zorunda!.." Keşke öyle olsaydı. Keşke haklı olsaydın, ama maalesef değil. Ağzını açıp "Şelaleden dökülen suyu" içmeye çalışan bir tavşan gördün mü hiç? Veya önüne çıkan ağaçları dahi sürükleyen bir selden susuzluk gidermeye uğraşan bir ceylan? Kaplanlar bile içebilmek için suyun durulmasını bekler Beyni olan her yaratık gibi ! Hadi...

Sen şimdi tekrar "su olduğunu" düşün ve kendini "su gibi" hisset. Su gibi özel, su gibi güzel, su gibi berrak, su gibi yararlı. Su gibi hayat kaynağı ve su gibi bitmez-tükenmez olduğunu hatırla. Ama yine su gibi "küçük bir bardağın içine" sığdır ki kendini; Girebilmeyi öğren insanların damarlarına. Hayat ver. Vazgeçilmez ol !Sakın unutma; İki şey asıldır varoluşta, "KİN TUTMA, ve ASLA SEVGİYİ UNUTMA"!..

15 Ekim 2009 Perşembe

Yedinci Cadde


Bedirhan Gökçe - Yedinci Cadde

Sen gittin ne varsa gitti senle beraber..
Çünkü seni sevmekle başlamıştı herşey..
Aşka kelepçe vurulmaz amirim.. İşte ellerim..
Başkenti ben vurdum..suçluyum..
Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe durmuş..
Saatler çoktan akşam olmuştu..

Bilirsin  7.caddenin delikanlıları başka olur..
Daha doğrusu 7.cadde başkadırda..
Delikanlılar ona ayak uydurur..
Henuz ilk voltada oltayla yanakları yırtılan..
Bir balik gibi kaliverdim ortada..
Aşk buysa.. Adı Zehra..

Üniversite yılları o zamanlar gurbet bi yanda ağlar..
Sıla bir yanda,, anam doktor oğluna kız arar..
Oysa daha aç yatılıp, tok kalkılan sabahlar..
Babam sıkıntı çekmesin diye harçlık..
Tasaarufunda dar zamanlar..
Ama yiğitlik var serde..
Anadolu delikanlısını kim yıkar..
Üstelik milat daha Zehra´yken amirim..
Anadolu delikanlısını kim yıkar...

Ömer önce doktor olacak, sonra baba..
Zehra önce avukat olacak, sonra anne..
Zehra´dan öncesi, deli Ömer..
Zehra´dan sonrası,dert keder..
Aşk denen ok düşünce yüreğe..
Zaman toz olurmuş, meğer sevilenin ayak izinde..
Mekan denen, köz külleriyle gömülürmüş ezele..
Seven sevilen tek hecede aradan çıkarmış, herşey sessizce..

Böyle başladı, işte amirim.. Böyle böyle başladı..
Davullar böyle.. Sözler böyle başladı Türkiye
Yer sarsıldı, halaydan gök indi..
Dünya evine giren kimdi? Kimdi çıkan amirim..
Böyle başladı..silahlar böyle patladı..
Avuç içlerine yakılan kına kan oldu, içtik kana kana..

Nasıl oldu anlamadık.. Kor değil kor değil
Gözleri sonuna kadar açıktı..kurşun
Önce duvağına değdi Zehra’mın..
Sonra duvağını deldi..doktordum ama..
Yetişemedim hastahaneye..

Bir oğlan, bir kız düşlerken..
Düğün gecesi toprağa verdik Zehram’ı işte..

Ne olduysa 7.caddede oldu amirim..
Mayıstı ağaçlar henüz çiçeğe dönmüştü..
Saatler çoktan akşam olmuştu..
Ömer yine delirmiş, milattan önceye dönmüştü..
Töre düğünde göğü vurmaksa.. Gök vurulmuş..
Zehra’m kandan gelinliğiyle,toprağa doymuştu..

Bunuda böyle yaz amirim..bunuda böyle yaz..
Aşka kelepçe vurulmaz.. İşte başkenti ben vurdum..
Suçluyum.. Töreyi bu ellerle.. Ellerimle boğdum..
7.caddede ben ölü kalbi elinde artık serseri bir kurşun..
Kim olsa vururdum amirim.. Kim vursa ölürdüm amirim..

Can düştü, kara toprağa, cananım düştü
Kurşunlar gökte dağıldı, baharım düştü
Aşka kelepçe vurulmaz vurulmaz gayri
Cananım toprağa düştü, toprağa düştü
Gelinlik kefene döndü, kefene döndü...

Bir Organ Nakli Gibi Sevmiştim Seni



Bir organ nakli gibi sevmiştim seni;
Çürük gözlerine bağışlanan ellerim,
Yırtık dudaklarına bağışlanan şiirlerim..
Darmadağın kadınların,darmadağın ettiği erkekler gibi
Sevmiştim seni...
Çok eskitilmiş bir aşkın hatırlanması,
Sevgilinin resmi karşısında çocuksu bir iç kanaması
Aslında işin açıkçası;
Rüzgarın fırtınaya dönüşmesi gibi
Hayatına yönelik bombalı bir saldırı gibi
Geriye çekilirken herkesi öldürmek gibi

Sevmiştim seni...
Ruhum kan kaybederken nasıl tutarım seni şimdi deniz gibi,
Neticesi olmayan herhangi bir sebep gibi
Ortalık yerde durup dururken
Sevmiştim seni...
Atlara kalırsa çoktan kaybettik savaşı,
Mızraklar kırıldı,kalkanlar delindi,ganimetler paylaşıldı.
Kasaba meydanında birbirini dövmekten
Yorulan iki kovboy gibi,
Bir tabancanın namlusuyla tetiğiyle,
Kendisinden farklı,
Kendisinden ayrı,
Bir silahın şarjöründe tanışan iki soğuk mermi gibi,
Aynı bedene sıkılan iki el kurşun gibi,
Katille kurban arasında o birkaç saniyelik telaşla
Sevmiştim Seni...

                                             Küçük İskender

14 Ekim 2009 Çarşamba

Umuda ölüm


Umuda bin kurşun sıksada ölüm, unutma
Umuda kurşun işlemez gülüm

Alsada çukuruna bizi ölüm
Hatırla ki fidanlar çukurlarda
Büyür gülüm

11 Ekim 2009 Pazar

Senin Yüreğin(Süper tek kelime ile)


Düşüncelerin değişebilir zamanla. Onun için yüreğinle konuşacaksın sevdiğin insanla ve dostlarınla.İçinden ne geliyorsa doğru olan odur çünkü. Karşındakini yaralamayacak sözler onlardır. Temiz bir yürek taşıyorsun sen. Ve o yürek kendinden başka hiç bir şeyi yakmaz. Yaralamaz o yürek, incitmez, acıtmaz. Zehir değil göz yaşı üretebilir ancak. Çok iyi bir rehberdir senin yüreğin. Neyin en doğru olduğunu o söyler sana. Yanlış yollara girip kaybolmamak için sadece onun sesini dinlemen yeter. alan değil verendir senin yüreğin. Ve ancak vererek sevebileceğini söyler sana. Bekletmez senin yüreğin. Olması gereken yerde olmasını bilir. Hiç bitmeyecek bir bahar barındırır senin yüreğin. İçinde her zaman çiçeklere yer vardır. İşte bunun için solmaz yüreğin, katılaşmaz. Hayatın enerjisini taşır. Taşıdığı pozitif enerjiyle sarıp sarmalar çevresini. Somurtmak yerine gülücüklerle bakmanı sağlar hayata yüreğin senin. Kin, intikam, bencillik barınamaz senin yüreğinde. Hayatta senin yüce***açların olduğunu fısıldar kulağına yüreğin. Ve onun için durmaksızın çalışmanı. üç kuruşluk çıkarlara teslim olacak değildir senin yüreğin. şefkatlidir. Yumuşaktır. Sararır  bütün benliğiyle, sarılmayı hakedecek olanı. Kötülük tohumları yeşermez senin yüreğinde. Ağlatan değil güldürendir çünkü o. Kendini anlatıp durmayı sevmez senin yüreğin. Mesajların gözlerine iletir yeri geldiğinde. Demem o ki susacaksın. Ve gözlerin konuşacak. Ve gözlerin sadece ve sadece yüreğinden gelenleri söleyecek!!!
Şayet seni seven biri yalan söylemişse yürüyüp git. Sevenin yalana ihtiyacı yoktur çünkü. Şayet seni seven biri sevgisini kıskançlığa neden göstererek hayatını zorlaştırıyorsa yürü git. Şayet seni seven biri bu sevgisini şartlara bağlamışsa yürü git. Sevgide şart yoktur çünkü. Şayet seni seven biri "sesni seviyorum çünkü sen benim için şunları yaptın" diyorsa yine yürü git. Sevginin çünkülere ihtiyacı yoktur . Seni sevenler sadece sen olduğun için sevsin. Şayet seni seven biri bir zamanlar hiç hiç sorun yapmadığı özelliklerin hakkında eleştiriye başlamışsa yürü git. O, seni olduğun gibi sevmemiştir çünkü. Şayet seni seven biri dost çevrenden hobilerinden hayallerinden koparmaya çalışıyorsa seni yürü git. O seni küçültürek cebine koymaya çalışan zavallı bir bencildir çünkü. Şayet seni seven biri sana hayat alanı çizmeye kalkıyorsa yürü git. O alanı belirlemek sadece sana verilmiş bir haktır çünkü. Şayet seni seven biri sıradan bir tartışmanızda bile ağzını bozuyorsa yürü git. Seven biri koşullar ne kadar çetin olursa olsun kıyamayandır çünkü. Şayet seni seven biri kişiliğinden kaynaklana hatalar yaptığında intikam yeminleri ediyorsa yürü git. Hataya intikamla yanıt verilmez çünkü. Bir ilişkiyi yürütmek zor değildir aslında. o ilişkiyi çok iyi okursan eğer.
Çevrene pozitif enerji yayan birisin ve daha dikkatli olacaksın. Kafalarında yarattıkları saçma bir dünyayı senin kafana geçirerek enerjini çalmalarına izin vermeyeceksin.Hayatta sadece sorunların olduğunu düşünenleri anlamak zorunda bırakmayacaksın kendini. Hayatın bir mucize olduğunu şiir gibi güzellikleri bağrında taşıdığını hayatın her insana göre bir şekilde gülümsediğini anlamayanlarla uğraşmayacaksın. İlişkilerinde sadece sorunlarını dile getiren yaşadıkları onca güzelliği yok sayan insanlarla bir dakikanı bile ayırmayacaksın. Hakkında hiç bir şey bilmedikleri halde konuşmaya kalkanları susturacaksın. Değerinin farkında olmayanlardan uzak duracaksın. Değerini bilerek yok saymaya çalışanlara da hadlerini bildireceksin. Fındık kabuğunu doldurmayan işlerle boğuşmanı sağlamaya çalışan insanları sileceksin defterinden. Gülüşlerini çalmaya kalkanları çıkaracaksın hayatından. İlişkileri bir yük haline getirenleri uzaklaştıracaksın yanından ve ilişkinin mutluluk getirmesini yasacaksın kafanda. Onca yılını vererek ışıl ışıl bir enerji deposuna çevirdiğin beyninin düşünürek beyinsizlere ezdirmeyeceksin kendini...(alıntı)


9 Ekim 2009 Cuma

Büyük Taşlar


Kellog Business School’da ( Northwestern Üniversitesi )” iş idaresi” master öğrencileri ile “zaman yönetimi” dersi profesörü arasında geçer:

Profesör sınıfa girip karşısında duran dünyanın en seçilmiş öğrencilerine kısa bir süre baktıktan sonra,”Bugün “zaman yönetimi” konusunda deneyle karışık bir sınav yapacağız” dedi.Kürsüye yürüdü ,kürsünün altında daha önce yaptığı hazırlığı duruyordu…Önce kocaman bir kavanoz çıkarttı, arkasından da kürsünün altında sırasını bekleyen bir düzine yumruk büyüklüğünde taş…Taşları büyük bir dikkat ve özenle kavanozun içine yerleştirmeye başladı…Kavanozun daha başka taş alamayacağına emin olduktan sonra öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Öğrenciler hep bir ağızdan ve kafalarıyla da onaylayarak “Doldu” diye cevapladılar…
Profesör, “Öyle mi?” dedi, kendinden emin ve alaycı bir bakışla…Ve hemen kürsünün altına eğilerek bir kova dolusu küçük çakıl çıkarttı.Sonra da çakıl taşlarını kavanozun ağzından yavaş yavaş döktü. Sonra kavanozu sallayarak çakıl taşlarının boşluklara yerleşmesini sağladı.
Sonra öğrencilerine dönerek bir kez daha “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu. İçlerinden biri şaşkın bir şekilde bakarak “Dolmadı heralde” diye cevap verdi.
“Doğru” dedi profesör ve yine kürsünün altına eğildi, bu sefer elinde bir kova kum vardı…Yavaş yavaş tüm kum taneleri taşlarla çakılların arasına nüfuz edene kadar döktü…
Gene öğrencilerine döndü ve “Bu kavanoz doldu mu?” diye sordu.
Tüm öğrenciler deneyin akış yönünü yakalamışçasına hep bir ağızdan “Hayır” diye bağırdılar.
“Güzel” dedi profesör ve kürsünün altına eğilerek bir sürahi su aldı ve kavanoz ağzına kadar doluncaya dek suyu boşalttı.
Sonra öğrencilerine dönerek, “Bu deneyin amacı neydi?” diye sordu.
Olayı çözdüğünü hisseden uyanık bir öğrenci hemen “Zamanımız ne kadar dolu görünürse görünsün, daha ayırabileceğimiz zamanımız mutlaka vardır.” diye atıldı…
“Hayır” dedi profesör, “bu deneyin esas anlatmak istediği; eğer büyük taşları baştan yerleştirmezsen küçükler girdikten sonra büyükleri hiçbir zaman kavanozun içine koyamazsın gerçeğidir.”
Öğrenciler şaşkınlık içinde birbirlerine bakarken profesör devam etti: “Nedir hayatınızdaki büyük taşlar?”… “Çocuklarınız, eşiniz, sevdikleriniz, arkadaşlarınız, eğitiminiz, hayalleriniz, sağlığınız, bir eser yaratmak, başkalarına faydalı olmak, onlara bir şey öğretmek! Büyük taşlarınız belki bunlardan birisi, belki birkaçı, belki de hepsi!.. Bu akşam uyumadan önce iyice düşünün ve sizin büyük taşlarınız hangileridir iyi karar verin. Bilin ki, büyük taşlarınızı kavanoza ilk olarak yerleştirmezseniz bir daha hiç koyamazsınız. O zaman da ne kendinize, ne de çalıştığınız kuruma ne de ülkenize faydalı olursunuz. Bu da iyi bir iş adamı, gerçekte de iyi bir adam olamayacağınızı gösterir.”
Ders bitmişti, profesör sessizlik içine dalan öğrencilerini sınıfta bırakarak çıktı. Koridorda hızlı ve emin adımlarla uzaklaşan ayak sesleri önce zayıfladı, sonra da duyulmaz oldu…

ŞEHİR İNSANLARI


HAVALARIN surekli kapali gittigi gunlerdeydik. Kis bitmiyor, bahar bir turlu kendini gostermiyordu. Karamsarlik ve ic sIkintisi sanki havayla birlikte insanlarin yuregine de cokuyordu.

O gun ogleden sonra gunes sicak yuzunu gosterir gibi oldu. Hastane ortamindan kacma istegiyle, islerimi toparlayip yakinimizdaki parka yoneldim. Bos banklardan birine oturup koltugumun altindaki gazetenin sayfalarini cevirmeye basladim.

Yaslica bir bey, izin isteyerek, bankin diger ucuna oturdu.

Cebinden cikardigi ekmegi ufalayarak saga sola atmaya basladi.

Sercelerin, coskuyla sunulan ekmegi ufalama cabalari o kadar guzeldi ki, urkutmemek icin kafami gazeteme gomdum.

Goz ucuyla da bakiyorum.

Bir sure sonra adamin kuslara bir seyler soyledigini, daha dogrusu konusmaya cabaladigini fark edince ilgisiz kalamadim. Miril miril bir seyler anlatiyordu.

Cebimdeki biskuvilerden birini ufalayip ben de kuslarin ziyafetine katkida bulunmak istedim.

Adam, ellerimi tutarak engel oldu.

- Onlar sekerli biskuvi degil mi?

- Evet.

- Sekerli biskuvi verme kuslara!

- Nicin? Onlara zarar mi verir?

- Anlatmasi uzun surer simdi. Kuslara iyilik yapmak istiyorsan, sekerli biskuvi verme o kadar...

***

Sasirmistim.

Sert, hatta biraz kaba bir uslupla soylenen bu sozler merakimi uyandirmisti.

- Minicik kuslara zararliysa, bizler de mi yemesek bu biskuvileri acaba? diyecek oldum.

Bastan asagiya dikkatlice suzdukten sonra beni, dedi ki:

- Sehirde dogmus buyumus birine benziyorsun. Sen yiyebilirsin. Sana zarar vermez!

Cattik dedim icimden. Adam biraz kacik diye dusunmeye baslamistim ki:

- Beyim dedi. Ben koyde buyudum. Sehirden hep uzak durdum. Ne zaman ki, torunum dunyaya geldi, onun hatirina kislari sehre, torunumun yanina gelmeye basladim. Ama sehirden nefret ediyorum. Alisamadim. Biraz gunes ciktiginda hemen kendimi parka atiyorum. Su ileride, salincakta sallanan kirmizili kiz da benim torunum...

- Allah bagislasin. Kac yasinda?

- Dort. Seneye yuvaya gidecek insallah. O zaman, ben de onun basini beklemekten kurtulup, kacacagim bu sehirden...

- Nedir sizi bu kadar rahatsiz eden? Neden kaciyorsunuz? Burada her sey var!

- Tam da bu yuzden kacmak istiyorum ya! Su kuslara bir bak hele. Ekmek kirintilariyla karinlarini doyururlar. Onlara sekerli biskuvi verirsen, daha da severek yerler. Ne var ki, biskuvinin tadini alan kuslar kuru ekmege bakmamaya baslar. Sonra da ac kalirlar. Dahasi, sekerli biskuvi istahlarini acar. Doysalar bile, yemege devam ederler. Catlayincaya kadar yerler. Iste o yuzden engel oldum onlara biskuvi vermene...

- Ben tam olarak anlayamadim sizi!

- Insanlar da boyle. Sehirde her seyden bol bol var. Sehre ve modern hayata alisan bu kuslar gibi oluyor. Ne yese doymuyor! Sehir bozuyor insanlari. Ben de bu sehir insanlari gibi olmadan bir once koye donmek istiyorum...
ŞEHİR İNSANLARI

Hic sesimi cikarmadim.

- Bilir misin, diye surdurdu konusmasini. Cicege ihtiyacindan fazla su verirsen, boguldugunu anlamadan yasar ama yavas yavas kokleri curur, sehir insanlari da boyle...

Derin bir ic cekti.

Cebinde kalan son ekmek kirintilarini da serptikten sonra ayaga kalkti, kaygili gozlere salincakta sallanan torununa bakti ve...

- Sehirliye anlatmasi zor! dedi.

Sonra da yurudu gitti...

7 Ekim 2009 Çarşamba

CD ci Kız (Bi aşk hikayesi)



Daha henüz 18 yaşındaydı, ama hayatının sonundaydı. Tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir kansere yakalanmıştı. Kahır içinde eve kapamıştı kendini..
Sokağa çıkmıyordu. Annesi.. Bir de kendisi.. O kadardı bütün hayatı..Bir gün
fena halde sıkıldı, dayanamadı, attı kendini sokağa..Bir yığın vitrinin önünden
geçti.. Tam bir CD satan dükkanı da geride bırakmıştı ki, bir an durdu. Geri
döndü, kapıdan içeri, gözüne hayal meyal takılan genç kıza bir daha baktı.
Kendi yaşlarında harika bir genç kızdı tezgahtar..Hani ilk bakışta aşk derler ya,
öyle takılıp kalmıştı işte.. İçeri girdi..Kız gülümseyerek koştu ona.. "Size nasıl
yardım edebilirim" diye..Nasıl bir gülümsemeydi o.. Hemen oracıkta sarılıp
öpmek istedi kızı..Kekeledi, geveledi, sonra "Evet" diyebildi.. Rast gele bir plağı
işaret ederek.. "Evet.. Şu CD'yi bana sarar mısınız?.." Kız CD'yi aldı, içeri gitti.
Az sonra paket edilmiş geri geldi.Aldı paketi, çıktı dükkandan, evine döndü,
açmadan dolabına attı..Ertesi sabah gene gitti aynı dükkana.. Gene bir CD
gösterdi kıza, sardırdı, aldı eve getirdi, attı paketi dolaba, gene açmadan..
Günler hep alınıp sardırılan CD'lerle geçti.. Kıza açılmaya bir türlü cesaret
edemiyordu. Annesine açıldı sonunda..Annesi "Git konuş oğlum, ne var bunda"
dedi..Ertesi sabah bütün cesaretini topladı. Erkenden dükkana gitti. Bir CD
seçti. Kız gülerek aldı plağı. Arkaya gitti, paketlemeye.Kız içerdeyken bir
kağıda "Sizinle bir gece çıkabilir miyiz" diye yazdı, altına telefon numarasını
ekledi, notu kasanın yanına koydu gizlice.. Sonra paketini alıp kaçtı gene
dükkandan..İki gün sonra evin telefonu çaldı.. Anne açtı telefonu.. CD
Dükkanındaki tezgahtar kızdı arayan.. Delikanlıyı istedi.. Notunu daha yeni
bulmuştu ..Anne ağlıyordu..Duymadınız mı" dedi.. "Dün kaybettik oğlumu.."
Cenazeden birkaç gün sonra, anne oğlunun odasına girebildi sonunda..
Ortalığa çeki düzen vermeliydi. Dolabı açtı.. Oraya atılmış bir yığın açılmamış
paket gördü..Paketleri aldı, oğlunun yatağına oturdu ve bir tanesini
açtı..İçinde bir CD vardı, bir de minik not.."Merhaba.. Sizi öyle tatlı buldum ki..
Daha yakından tanımak itiyorum.. Bir akşam birlikte çıkalım mı.. Sevgiler.."
Anne bir paketi daha açtı.. Onda da bir CD ve bir not vardı..


"Siz gerçekten çok tatlı birisiniz, hadi beni bu gece davet edin, artık.. Sevgiler..

Ey Hayat


EY HAYAT

(ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında yokum ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…)

yaşam bir ıstaka
gelir vurur ömrünün coşkusuna
hani tutulur dilin
konuşamazsın!

tırmandıkça yücelir dağlar
sen mağlupsun sen ıssız
ve kalbinde kuşların gömütlüğü
tutunamazsın…

eloğlu sevdalardan dem tutar
aşk büyütür yıldızlardan
yasak senin düşlerin
dokunamazsın...

birini sevmişsindir geçen yıllarda
açık bir yara gibidir hâlâ
hâlâ ne çok özlersin onu
ağlayamazsın...

yolunda köprüler çürür
sesin, sessizlik sanki bir uğultuda
savurur hayat kül eyler seni
doğrulamazsın!

yapayalnız bir ünlemsin
dünyayı ıslatan şu yağmurlarda
herşey çeker ve iter
anlatamazsın...

yaşam bir ıstaka
gelir vurur işte ömrünün coşkusuna
sesinde çığlıklar boğulur ama
bağıramazsın…

sonra vakt erişir, toprak gülümser sana
upuzun bir ömrün ortasında
ne hayata ne ölüme
yakışamazsın!

yazdırmalısın mezar taşına:
ey hayat, sen şavkı sularda bir dolunaysın
aslında hiç olmadım ben bu oyunda
ömrüm beni yok saysın…

YILMAZ ODABASI

4 Ekim 2009 Pazar

Usta


Kalk gidelim yavaştan, kalk be usta,
Neyler suskun, meyler azapta bugün,
Hani yıkılmak yoktu hesapta bugün,
İçtiğim dem değil, gam kadehte usta,


Damlar bilirim usta, üstüme damlar,
Nerde olsam, beni bulur bu gamlar,
Bak bakalım böyle miydim bir zamanlar,
Yazılanlar çıkıyormuş baht”e usta.


Bir oradan bir buraya sürgünüm,
Ahsız, vahsız geçmedi bir günüm,
Böyle durduğuma bakma kırgınım,
Ferman çıkmış, karar alehte usta.
 

Keskininden değil, korkum köründen,
Hele bir saplandı mı sol böğründen,
İflah etmez insan kalan ömrümden,
Adam sandıklarım çıktı kahpe, usta.
 

Nice zalimler bilirim, bürünmüş posta,
Hançeri sırtından saplamış dosta,
Beni sevdiklerim etti kalpten hasta
Meğer hiç vefa yokmuş aht”te usta.
 

Kalk yavaştan gidelim, kalk be usta,
Ne meyhanecide hal, ne meyde tat,
Kalmadı insan evladında şefkat,
Uymuyor o günler bu vakte usta.
 

Varsa paran, varsa pulun, sensin bey,
Hele bir dostun menfaatine dey,
Arama hatır, gönül, o nasıl şey,
Eskidenmiş bir yudum kahve usta.
 

Hani makbuldü usta alın teri
Meğer yokmuş dünyada hakkın yeri,
İnsanlık denen o yüce değeri,
Sonunda çevirdiler nakt’e usta.
 

Haşa usta, ne söz verdim, ne yemin,
Her gece oturup böyle içmemin,
Kahrı azaptandır çektiğim demin,
Ne halden ne hale düştüm bak be usta.
 

Gözlerimde hasret, içimde sıla,
Ölürsem namazımı garipler kıla,
Ağlarsa anam ağlar, yana yakıla,
Bari mezar taşımı sen çak be usta.


Mehmet ÇETİN

2 Ekim 2009 Cuma

Bu Yol Nereye Gider?


bir kuğunun boynuna dokunurken...

yol bir yere gitmez
içerde
düz saçlara uğrar
ayak üstü bir akşamüstü
her plansız ürperişin sonu
hüsran
ve hüsran
çok sanat müziği bir kelimedir

yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yol yoluyla gidebilir yare
yoldan çıkabilir apansız
ve ömür bitebilir yoldan önce
ama yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
yaşamak
hızlı bir ölme biçimidir
düşünce ışıktan yavaşsa
erken gidilmelidir
gerdan sözcüğüne
bir kuyumcuda da rastlayabilirsin
bir kasapta da
kalbin sızlamaz
bir kuzu yüreğini vitrinde görünce
o bir beslenme biçimidir
ama korkarsın
kurdun sevdiği havadan
ayakkabı yaparsın yılandan

yol bir yere gitmez
o bir durma biçimidir
her garantiyi istersin hayattan
oysa ölümle yaşam arası
uzun malum ince bir yol
bir yere gitmez
o bir ölme biçimidir

iyi yolculuklar denmez bir gidene
yapılamaz çünkü
çok yolculuk bir seferde
yolcu denmez her gidene
herkes o yolun taraftarı olmayabilir
hiç bir sürgün
gittiği yolu sevmez mesela

yol bir yere gitmez
o bir susma biçimidir
soğuk bir taşıtın uğultusunda

1 Ekim 2009 Perşembe

Ellerinize ve Yalana Dair





Bütün taşlar gibi vekarlı,
hapiste söylenen bütün türküler gibi kederli,
bütün yük hayvanları gibi battal, ağır
ve aç çocukların dargın yüzlerine benziyen elleriniz.
Arılar gibi hünerli, hafif,
sütlü memeler gibi yüklü,
tabiat gibi cesur
ve dost yumuşaklıklarını haşin derilerinin altında gizleyen elleriniz.
Bu dünya öküzün boynuzunda değil,
bu dünya ellerinizin üstünde duruyor.
Ve insanlar, ah, benim insanlarım,
yalanla besliyorlar sizi,
halbuki açsınız,
etle, ekmekle beslenmeye muhtaçsınız.
Ve beyaz sofrada bir kere bile yemek yemeden doyasıya,
göçüp gidersiniz bu her dalı yemiş dolu dünyadan.
insanlar, ah, benim insanlarım,
hele Asyadakiler, Afrikadakiler,
Yakın Doğu, orta Doğu, Pasifik adaları
ve benim memleketlilerim,
yani bütün insanların yüzde yetmişinden coğu,
elleriniz gibi ihtiyar ve dalgınsınız,
elleriniz gibi meraklı, hayran ve gençsiniz.
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
Avrupalım, Amerikalım benim,
uyanık, atak ve unutkansın ellerin gibi,
ellerin gibi tez kandırılır,
kolay atlatılırsın...
İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatlı,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.


 Nazım Hikmet RAN